9 Temmuz 2012 Pazartesi

MASUM BİR HİS


 GÖKCAN ŞAHİN

“İnsan ancak tüm aynalar yok olduğunda korkusuz bir varlığa dönüşür.”
                        
                                                                                                     Anonim



Korku mu dedin? Korku… Hayaletten falan mı korkmamı bekliyorsun, nedir yani? Korkmam ben öcüden böcüden… Korkmam yüksekten, alçaktan… Korkmam böcekten, örümcekten, itten, kopuktan… Allah’tan bile korkmam ben.
Ben neyden korkarım biliyor musun kardeş?
Espri yapma lan! Üflerim şimdi neyine, o olur! Bak! Bana bak bana, gözlerimin içine. Ben kendimi tutamayıp adam öldürmekten korkarım. Bir gün gözümün kararmasından, açtığımda kendimi demir parmaklıkların arkasında, daracık bir tahta parçasının üzerinde uzanırken bulmaktan korkarım.
Başıma gelmedi değil hani. Bozuk parası olmadığı için benim yüz lirayı kabul etmeyen bakkalın kafasını duvara vurup bayıltmışım mesela. Bak ‘mışım’ diyorum, haberim yok yani. Şimdi bana ters bir laf edersin, başına aynı şey gelir, dikkat et. Korkuyorum işte bak, senin için korkuyorum.
Tamam lan, sakinim ben, niye sakin olmayayım? Etrafta sinirimi bozacak bir şey mi var? Korku meselesi nerden geldi lan şimdi aklına? İyi iyi, doğru dürüst cevap vereyim.
Bak şimdi, ben niye böyle sinirli bir adam oldum biliyor musun? Korktuğum için. Kendim için değil, kızlarım için korktum ben. Anlatmamıştım biliyorum, bir sus da dinle. İkiz kızlarım vardı benim. Zift gibi siyah saçlı, zeytin gibi siyah gözlü; ama tenleri bembeyaz, ışık gibi iki kız. Anneleri doğumda öldü. Onların doğumunda değil, sonraki çocuğun doğumunda, çocuk da öldü anneleriyle beraber. Üçer yaşında iki kız bana kaldı. Daha ilk günden salıncaktan düştü biri. Kafasını yardı. Doktora yetiştirirken diğer kızı parkta unutmayayım mı! Kızı hastaneye bırakıp diğerini almaya dönünce, senin yaşında bir adam kolundan tutmuş götürmeye çalışıyordu.
Adamın ağzını burnunu kırdım tabii, ne yapıcam? Organlarını mı alacaktı, tecavüz mü edecekti; ne yapacaktı şerefsiz, kim bilir?
İşte o gün bir korku peyda oldu bende. Benim görevim kızları korumaktı, hele anneleri yokken daha da iyi korumaktı; becerememekten korktum.
Yaşadım ama ben o korkuyla. Yıllarca yaşadım. Stresten kalbim zayıfladı, nefesim daraldı, nice hastalıklar geldi başıma, ama dayandım. Kızlarımı elin adamlarından, uğursuzundan, kötü yollardan, her bir şeyden korudum. Okula gittiler, peşlerinden ayrılmadım. Sevgilileri oldu, hepsini hacamat ettim, kuyruklarını kıstırıp peşlerini bıraktılar. Onlar benim kızlarım lan, ne sevgilisi, ne flörtü? O flörtü alır, adamın götüne sokar, sonra tüm gücümle üflerim lan ben.
Kızlar beni öğretmenlerine şikâyet etmişler sonra. Dedim gençliktir, kanları kaynıyor, o yüzdendir. Yok lan dövmedim, sadece biraz azarladım. Bir iki tokat işte, ne uzatıyorsun oğlum? Hastanelik etmedik ya. Neyse işte, aldım bunları okuldan. Lise ikide miydiler, sonda mıydılar, öyle bir şey. Aldım karşıma, “Bir daha evden çıkmak yok, hep yanı başımda olacaksınız,” dedim. Baktım söz dinlemeyecekler, odalarına kilitledim.
Haksız mıyım lan! Onları başka nasıl koruyacaktım? Dışarı çıktıkları an her şey gelirdi başlarına. Saf kızlardı zaten, herkese uyarlardı. Sigara da içerlerdi, uyuşturucu da kullanırlardı. Sonra ben ne derdim annelerine öbür tarafta?
Mutlu mutlu yaşadık işte birkaç sene. İyice büyüdüler bunlar. Birkaç kere kaçmaya çalıştılar, ama her seferinde yakaladım. Zarar vermek için değil, onların iyiliği için dövdüm biraz. Birkaç sigara söndürdüm, birkaç yerlerini morarttım altı üstü. Ha bak, bir şeyi kabul edebilirim: kollarına ütü basmam benim de içimi yaktı.
Aha şu kolumdaki iz var ya, kendim yaptım bunu. Onlar feryat figan haykırınca gözümden bir damla yaş geldi, dedim biraz ileri gittim. Gözlerinin önünde kendi koluma da yapıştırdım ütüyü. Harbiden acıtıyormuş meret.
Korkumdan yaptım işte her şeyi. Onlar için korktum ama, kendim için değil. Kapıyı açsam uçup giderlerdi, kendilerini koruyamazlardı. İki dakikada yem olurlardı dışarıdaki akbabalara. Ben bilmez miyim kızlarımı…
Ulan işin tuhafı bir gün gittim bunların odasına, baktım birinin karnı şişmiş. “N’oluyor lan?” dedim.
“Hamileyim baba,” dedi.
“Nasıl hamilesin lan?” dedim. Gözüm kararmıştı. Benden gizli, bir şekilde kaçıyorlar mıydı acaba?
Ağlamaya başladı kız. “Hatırlamıyor musun baba?” dedi. “Sarhoştun.”
Kapıyı çarpıp çıktım. Bir şekilde kaçmışlardı, bir de bana iftira atacaklardı şerefsizler. Alet çantamdan bir kerpeten kapıp döndüm. Karnı şiş olan kızımın kulağını tuttuğum gibi kopardım. Hakkım değil mi lan, hakkım değil mi?
Ben onları korumak için her boku yapayım, besleyeyim, büyüteyim, dışarıda başlarına bir şey gelmesin diye kıçımı yırtayım. Onlar kaçıp gitsinler, hamile kalsınlar, bir de suçu bana atsınlar. Olacak iş mi lan, olacak iş mi? Kızın kulağını koparınca yemin ettirdim. Bir daha bana iftira atmayacaktı. Diğeri zaten hamile değildi, tek kelime etmedi. Etseydi, onun da burnunu çekip alırdım. Ne olacak, güzellik yarışmasına mı katılacaklardı sanki?
Her şey bu korku yüzünden geldi başıma kardeşim, her şey bu korku yüzünden. Bir gece kâbus gördüm. Kızlar odalarından kurtulmuş, ellerinde birer kerpetenle beni kovalıyorlardı. Kaçıyordum, kaçıyordum, bir türlü kurtulamıyordum. Yatakta sıçrar sıçramaz soluğu bunların odasında aldım.
Harbiden yoklardı lan. Meğer kapıyı kilitledikten sonra anahtarı üzerinde bırakmışım. Sarhoştum gene, yoksa yapar mıyım böyle bir hata? Arkadan bir şeyle ittirip yere düşürmüşler anahtarı. Sonra da alıp içeriden açmışlar kapıyı. Baktım dış kapı da açık, kendimi sokağa attım. Ta ilerideydiler, ama görünüyorlardı hâlâ. Birbirlerinin kollarına girmişler, ağır ağır uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Hamile olanın karnı burnundaydı zaten, hızlı yürüyemiyordu demek ki. Allah’tan fazla uzaklaşamamışlardı. Kâbus sayesinde uyanmasam… Düşünmek bile istemiyorum.
Evet kardeş, yakaladım. Yakaladığım gibi de kendimi kaybetmişim işte. İki kızımı öldürmekten atmışlar beni içeri. İnanmadım tabii önce. Her şeyi rüya sandım. Komşular görmüş, kızları yakalayıp saçlarından tuta tuta eve sürüklemişim. Sonra da bağırta bağırta öldürmüşüm.
Yav, kendimde olsam yapar mıydım? En fazla birkaç dişlerini dökerdim. O da hakkımdır yani, değil mi? Ben üzerlerine titredikçe, onlar için korkup hastalandıkça yaptıklarına bak.
Sus lan, sen ne anlarsın korkudan!

PASLI NEFES





GURUR GÜNEŞ
                                
“Korkunun en görkemli konusu, sadece umut dolu bir hayal gücü yardımıyla anlaşılabilecek bir gizemle başa çıkabilme ihtiyacımızdır.”


                                                             Stephen King




Karanlık…
Küçüklüğümden beri en çok korktuğum şey olmuştur. Yaşımın kemale ermesi bir yana, artık çocuklar bile korkmuyorlar karanlıktan. Bu konuda yapılabilecek tüm şeyleri yaptım: Psikologlara gittim, ışıkları kapatıp korkumla yüzleşmeye çalıştım, hatta uyurken başımda biri bile bekledi; ama sonuç hep hüsran. Uyurken ışıkları kapatamadığım için uyku düzenim altüst durumda. Sosyal yaşantımsa ondan daha kötü… Birlikte olduğum kadınlar, yattığımız yataktan kalkıp ışıkları açtığımı görünce, ertesi gün telefonlarıma cevap vermiyorlar. Ama yapabileceğim hiçbir şey yok.
Tabii bunlar öncedendi. Yani Beyoğlu’nun izbe barlarından birinde gizemli bir yabancıyla karşılaşmadan önce…
“Uykusuz görünüyorsun,” demişti yabancı, yanımdaki bar sandalyesine otururken. O gece, iki aydır çıktığım bir kız tarafından terk edildiğimden kafam dumanlıydı. Önümdeki biradan aldığım küçük yudumlar, iki gündür içine bir şey girmemiş midemi hepten harap ediyordu.
“Sana ne?” dedim adamı tersleyerek. Aslında haklıydı, yani dün gece uyuyamamıştım. 
Kafamı adama çevirdiğimde elimde olmadan irkildim çünkü yanımda zayıf, çelimsiz, kel kafalı bir adam oturuyordu. Yarı baygın gözlerini bana dikmişti.
“Eğer uykusuzluk çekiyorsan yardımcı olabilirim.” Şimdi ben de adamın gözlerine bakıyordum.
 Sonrasında konuştuklarımız sırasında adamın tam bir laf cambazı olduğunu anladım. İlk görüşümde önyargılı davranmıştım anlaşılan. Adam ne yapıp edip bana karanlıktan korktuğumu söyletmişti.
“Yardımcı olabiliriz,” dedi tekrar. Biz derken neyi kastettiğini bilsem, hayatta onunla gitmezdim.


***


Kel adamın evine gittiğimizde kafam hafiften iyiydi. Merdivenlerde tökezlediğimde onun çelimsiz kolları sayesinde ayakta durabilmiştim. Bana dokunduğunda, biraz iğrendiğimi itiraf etmeliyim.
Adamın evi tipik satanist evlerine benziyordu. Bunu simsiyah duvarları gördüğümde anladım. Evin kel adama ait olan odasına girdiğimizde yerdeki bir mindere oturup bana da karşısındakine oturmamı işaret etti.
“Adın ne?” diye sordu.
“Erkan,” dedim kısık sesle. Adımı hiç tanımadığım Erkan Amca’mdan almışım ben. Öz amcam, yani babamın kardeşi… Erkan Amca öldükten üç ay sonra doğmuşum. Babam, onun anısını yaşatmak için bana onun adını vermiş. Annem başlarda buna karşı çıkmış, ama sonunda kabullenmek zorunda kalmış. Karşı çıkmasının sebebi, amcamın, zamanında cinlerle uğraşması ve bu yüzden öldüğünün düşünülmesiymiş. Ben bu hikâyeyi on yaşlarımdayken öğrendim tabii. Ama kendi adımı ne zaman duysam aklıma hiç tanımadığım amcam gelir.
“Karanlıktan korkmak, bizim açımızdan tedavi edilemez.” dedi kel adam. “Ama üstü örtülü bir çözümü vardır.”
Sonrasındaysa anlattı, anlattı ve anlattı. Çoğu alakasız şeylerdi, ama hepsini dikkatle dinledim. Söylediklerine göre karanlık korkumdan kurtulmak için, yatmadan önce uygulayacağım basit bir yöntem vardı.


***


Evime vardığımda, saat gece yarısı dördü bulmuştu ve ben kel adamın anlattıklarının etkisinden hâlâ kurtulamamıştım. Onun evine niçin gitmiştim, söyledikleri işe yarayacak mıydı? Bilmiyordum, ama yaşamım böyle devam edemezdi. Söylediklerini yapacaktım.
Üstümü çıkarmadan yatağıma yattığımda, kel adamın anlattığı yöntemi uygulamaya başladım. Söylediğine göre, gözlerimi kapattığımda en son gördüğüm şeyi hayal edersem bu bana sanki aydınlıkta uyuyormuşum hissini verecekti. Yani uyumak için gözlerimi kapattığımda en son odamın duvarını görmüşsem, kapalı gözlerimin ardında onu hayal edecektim ve ışık açıkken uyuduğumu hissedecektim. Ama gözlerimi açmamam gerekiyordu. Saçma geliyor, biliyorum.
Odamın ışığı kapalıydı, ama salondan gelen ışık odayı biraz olsun aydınlatıyordu. Gelirken onu açık bırakmıştım, çünkü bu yöntemi karanlıkta denemem gerekse bile zifiri karanlıkta kalmaya hâlâ cesaretim yok.
Yastığa başımı dayadığımda sağ tarafımdaki komodinin üstünde duran abajura bakarak gözlerimi kapadım ve onu hayal etmeye başladım. Bu böyle bir süre devem etti, ama biraz sonra abajurun hayali, sanki biri üstünden ışık tutuyormuş gibi aydınlandı. Harika bir şeydi bu.
Bunun olağanüstü bir yanı yok, abajurun üstüne bir ışığın vurduğunu hayal edersin olur biter diyebilirsiniz, ama öyle değil. Işığın olduğunu hayal etmem bana ışıkta olduğum hissini vermez. Ama bu sanki ışıktan bir havuzda yüzüyormuşum gibi hissettiriyordu. Kel adama büyük bir minnet duyuyordum.
Kel adamın söylediğine göre bunu, yani gözlerin kapalıyken en son gördüğün şeyi hayal etmeyi, herkes yapabilirmiş; ama bunu yaparken yöntemin farkında olmayanlar ışıkta uyuduklarını hissetmezlermiş. Işıkta uyuduğunu hissetmen için yöntemin farkında olman lazımmış. Bu da saçma, bunu da biliyorum.
Bunu izleyen günler boyunca her gece bu yöntemi uyguladım. Karanlık korkum yok olmamıştı tabii ki, sadece kel adamın dediği gibi, üstü örtülmüştü.
Bu yöntemi tam üç yıl süresince uyguladım. Sonra ise Erkan Amca’nın bile hayal etmeye korkacağı bir şey yaşadım.


***


Yöntem sayesinde son zamanlarda büyük bir isteksizlikle yürüttüğüm sözde gazetecilik mesleğimde yükselişe geçtim. Kendi gazetemin diğer gazetelere defalarca haber atlatmasını sağladım. Beni başka gazetelere kaptırmak istemeyen patronum, her gün bana ofisinde bir kadeh içki ikram ediyordu.
Sosyal yaşantım ve uzun süreli ilişkilerim de düzene girmişti. Son bir yıldır aynı kızla birlikteydim. Benim gibi yirmili yaşlarının sonlarında biri için büyük bir başarıydı bu.
Ama daha önce de söylediğim gibi, çok korkunç bir şey yaşadım.
Bir gece yine, uyumak için yatağıma yattım ve benim sihirli yöntemim dediğim şeyi uygulamaya başladım. Gariptir ki bugüne kadar bu yöntemi hiç sorgulamamıştım. Kel adamın evine ona teşekkür etmeye de gitmemiştim. Hem bunları yapmam için bir sebep de yoktu. Bu yöntem resmen hayatımı kurtarmıştı.
Yattığımda, bu sefer de sol yanımdaki tekli koltuğa bakarak uyumaya karar verdim ve gözlerimi kapatıp koltuğu hayal ettim. Sanki gözlerim açıkmış gibi capcanlıydı hayalimdeki koltuk. Yöntemim her gece olduğu gibi yine işe yarıyor, beni yine ışıktan bir havuzun içinde yüzdürüyordu. Aydınlığın tatlı huşusuna dalarak uyumaya başladım.
Ama o sırada bir şey oldu.
Hayalimin arasına birtakım ışıklar karıştı diyebilirim, ama bu anlatmak istediğim şeyi tam olarak tasvir etmez. Neyse… Bu ışıklar öyle bildiğimiz ışıklara benzemiyordu. Koyu beyaz renkteydiler ve sanki canlı gibiydiler. Bunu hareket etmelerine bağlı olarak söylemiyorum. Onlar gerçekten canlı gibiydiler. O an nasıl anladığımı bilmiyorum, ama öyleydiler işte.
Bu ışıkları görünce gözlerimi açma isteği duydum, ama gözlerimi açmamam gerektiği geldi aklıma. Eğer açarsam olayın büyüsü bozulacak, yöntemin tüm aşamalarını en baştan uygulamam gerekecekti. Bugüne kadar yöntemimi hiç iki kere uygulamak zorunda kalmamıştım. Gözlerim kapalı, ışıkları incelemeye devam ettim.
Işıkların canlı olduğuna emindim artık, çünkü şekilleniyorlardı. Önceleri savruk biçimdeydiler, ama şimdi birkaç ayrı yerde toplaşıyorlardı. Ne olduğunu anlamıyordum.
Ve bir süre sonra toplaşma durdu. Şimdi dört ayrı yerde, dört ayrı ışık olmayan şey duruyordu.
Öyle şeylerdi ki anında nefesim kesildi, gözlerim açıldı. Açınca onları artık görmeyeceğimi sandım, ama hâlâ karşımdaydılar. Yatağımda hafifçe doğruldum. Vücutları bir insanınkine benziyordu, ama tam olarak değildi; yani belirgin farklar vardı. Yarı saydam gibiydiler. Bakınca arkalarındaki duvarı görebiliyordum. Koyu beyaz renkteydiler ve çehrelerindeki gri duman, saçlarımı diken diken etmişti. Ama o gri perdenin arkasında göz çukurlarını seçebiliyordum sanki. Boş göz çukurlarını… Mahrem yerlerinde de aynı gri duman vardı. Boyları normal bir insanınkinden daha uzundu ve elleri dikenliydi. Vücutlarının hatları belirsizdi, ama tam olarak dağınık değil, sadece belirsiz.
Gözlerim kocaman açılmış, onlara bakıyordum. Onların boş göz çukurları da benim üstümdeydi. En soldaki, yatağıma bir adım kadar yaklaştı. O an da nefes alıp verdiğini duyar gibi oldum sanki. Pas kokuyordu nefesi, ama öyle bildiğiniz paslardan değil. Hani bazen musluktan içtiğiniz suyun tadı insana paslı gelir ya, işte öyle bir pastı bu. Tüylerimi kopacak kadar dikenleştiren bir pas...
Beyaz bana sağ eli olduğunu düşündüğüm uzvunu uzatınca vücudumdaki tüm kaslar kasıldı, artık nefes alamaz oldum. Sol bacağımın titremesi dışında belirgin bir hareketim yoktu. Gözümü bile kırpmıyordum.
Beyaz bana daha da yaklaştığında vücudunun keskin soğukluğunu hissetim. Ateşin yanı başında dururken üşümeye benziyordu bu. Karşındakinin alevin lanetli kudretiyle kutsandığını bildiğin, ama soğuğun dışlanmış nefretiyle üşümeye devam ettiğin anlardaki gibi…
Beyaz kolunu bana daha da yaklaştırdı. Onun bu hareketi sayesinde, az önceki hareketsizliğim sona erdi ve beş yaşındaki bir çocuğun edasıyla kafamı yorganın altına sokup bağırmaya başladım. O an yorganımın altındaki karanlık mı, yoksa ince bir elyaf parçasının ardında beni bekleyen Beyazlar mı daha korkunçtu, emin değilim.


***

   
Gördüğüm şeylerin ne olduğundan tam olarak emin değildim, hâlâ da emin değilim. Ama fikir yürütmek pek zor değil. Erkan Amca’mla aynı kaderi paylaşıyor olabilirdim. Yani onlar cinler olabilirlerdi. Belki filmlerde izlediğimiz hayaletler, belki de dünyaya saplanmış ruhlar. Kim bilebilir?
O geceyi nasıl geçirdim anlayamıyorum, ama yorganın altında deli gibi bağırırken birden uykuya dalmıştım ve sabahı etmiştim. Bunun sebebi Beyazlar mı, yoksa vücudumun çokça salgıladığı adrenalin hormonunun halt yemesi mi, bilmiyorum. Ama uyuyakaldığıma çok seviniyorum.
Sabah kalktığımda kafam yorganın altından çıkmıştı ve odamın içini görebiliyordum. Ama Beyazlar yoklardı. Yatağımdan çıkmak için bir süre tereddüt ettimse de ayaklanmayı başarabildim ve üstüme birkaç parça bir şey giyip hemen dışarı çıktım. Neler olduğunu öğrenmeye, hesap sormaya gidecektim.
Üç yıl önce kel adamın evine gittiğimde biraz sarhoştum, ama evin yolunu hâlâ hatırlıyordum. Yolda gazeteye geç geleceğimi bile haber vermemiştim. Gerçi son zamanlardaki popülerliğim yüzünden beni hoş görürlerdi, ama bunun onların aklında benim eski günlerimi çağrıştıracağı kesindi.
Eve ulaştım, merdivenleri birkaç adımda çıktım, kapıyı çaldım ve kapıyı açan kel adamın suratına yumruğu yapıştırdım. Adam geriye doğru savrulurken bana bir an için bakabildi ve o sırada beni tanıdığını anladım. O zaman,  neler yaşadığımı da biliyor olmalıydı. Adam içeriye doğru kaçarken ben de onu izledim.
O an için gece yaşadığım korkudan daha büyük bir öfkeye sahiptim. Bu adamın bana yaşattıklarının hesabını soracaktım. Çünkü gördüklerimin ne olduğuna dair mantıklı bir açıklamaya ihtiyacım vardı.
Adam bir odadan içeri girdi, kapıyı da arkasından kapattı. Ben de kapıya yönelip açmayı denedim, ama kel adam kapının arkasında duruyor olmalıydı. Geri çekilip kapıya bir tekme geçirdim. Kel adam, tekmemin hızına dayanamayacak kadar zayıf ve çelimsiz olduğu için kapı ona çarptı ve onu yere düşürdü.
Adam, yerde elleri ve kalçalarını üstünde gerilemeye çalışırken yere eğildim, yakasına yapıştım ve suratına bir yumruk daha indirdim. Ağzının kenarından süzülen kan halıya damlarken, adam gülüyordu.
“Ne yaptın  lan bana!” diye bağırdım. Bu sırada sağ yumruğum havada, her an adamın suratına inmek üzere bekliyordu.
“Ben sana bir şey yapmadım,” dedi kel adam ve ağzındaki kanı yere tükürdü. O kadar güçsüzdü ki bana karşılık bile vermiyor, sadece gülüyordu. O an ona acımam gerekirdi, ama adamın bunu ister gibi bir hali vardı. Evet, sanki attığım yumruklar hoşuna gittiği için gülüyordu.
“Başıma neler geldi biliyor musun?” diye sordum. Bildiğinden emindim, ama yine de sormuştum.
“Ne o, rahatsız mı oldun? Korkuttular mı seni?”
“Ne lan o şeyler?”
“Sen ne olmalarını istersen öyleler,” dedi adam. Bunun üzerine suratına tekrar yumruk attım, sonra bir daha, bir daha, bir daha…
Sonunda adamı öldürmekten korktuğum için üzerinden kalktım ve odanın köşesindeki sandalyeye oturdum. Kel adamın yüzü pelteye dönmüştü ve artık gülmüyordu.
O sırada odaya aynı onun gibi giyinmiş, aynı onun gibi kel olan birkaç adam girdi. Arkadaşlarına yardım için gelmiş olmalıydılar, ama onun kadar güçsüz oldukları için ne onlar bana hamle yaptı, ne de ben onlara bir şey söyledim.
“Anlat!” dedim yerde yatan kel adama.
“Onları… Onları gör… Onları bir daha görmek istemiyorsan yöntemi uygulama, olsun bitsin.” dedi kel adam, kekeleyerek.
“Ne onlar?”
“Baş… Başka boyutlardan yaratıklar. Tam olarak ne olduklarını biz de bilmiyoruz, ama cin olabilirler.”
O an bu insanların tarikat gibi bir şey olduklarını anladım, ama bu umurumda değildi. Ben mantıklı açıklamamı istiyordum, ama bulmaya çok uzaktım.
Sonrasında ise adam aynı üç yıl önce olduğu gibi anlattı, anlattı ve anlattı. Sanırım geçen anlattığında da aynı odadaydık.
“Bunlar beni ilgilendirmez.” dedim kel adama, çünkü anlattıklarından hiçbir şey anlamamıştım. O bana Beyazların yapısını anlatmaya çalışıyordu. “Bana musallat falan olmazlar, değil mi? Sen onu söyle.”
“Onu bilemem, ama bugüne kadar kendilerini istemeyen birine göründüklerini hatırlamıyorum.” dedi kel adam ve boynunu hafifçe kütletti. Yüzünün hali bir yana, onu yakasından tutarken fazla hırpalamıştım herhalde. O an adamın suratına bir tane daha yumruk geçirmek istedim, ama ölebileceğinden korkuyordum. Adamın yüzü kan içindeydi.
Artık burada yapacak işim yoktu. Kapının önünde bekleyen diğer kel adamları iterek odadan dışarı çıktım. O sırada kel adam arkamdan bağırdı. Az önce hastanelik ettiğim değil, başka bir kel adamdı bu.
“Onlardan korkmana gerek yok Erkan. Her gece gelip bize seni anlattılar. Sen yöntemi uygularken, onlar karanlıkların arasında gizlenip seni izliyorlardı. Yöntemi uyguladığın her dakika yanındaydılar, ama sen hazır olmadan sana gözükmediler. Hazır olmasaydın yapmazlardı bunu, inan. Onlardan korkman senin zayıflığını gösterir. Onlar bizim ahlakımızın dışa yansımış halleri. Onlar iyinin ve kötünün dışında olan varlıklar.”
Adamın söyledikleri bugün bile hâlâ aklımdadır.


***

O günden sonra hayatım altüst oldu. Uykusuzluğum geri döndü; sevgilimden ayrıldım; işimden kovuldum. Arkadaşlarım yüzüme bile bakmıyor, komşularım bile geceleri ışık açıkken uyuduğumdan haberdar ve bunlar gibi daha birçok şeyler… Hepsinin sebebi ise ortak: Yöntemi uygulamamam…
O günden sonra Beyazlar bana hiç gözükmediler. Bir daha asla kel adamları da görmedim, onların bulunduğu semte bile gitmedim. İçimden bir ses fısıldıyordu bana bunu. İtiraf etmekte zorlanıyorum ama iç sesim, Beyazların pas kokan nefeslerine benziyor.

KARABASAN

İSMET KALE


"İnsanları birleştiren yalnızca iki güç vardır: Korku ve ilgi."

Napolyon Bonapart




Bir anda küçüldü göz bebekleri. Yuvarlak halkalara çarpan parlak ışık tüm hislerini almıştı sanki. Acıyla doğruldu. Belinde derin bir ağrı vardı. Işık kapanmıştı ve şimdi çevresine daha rahat bakıyordu. İlk anda yaşadığı kısa körlüğü atlattıktan sonra düşünceleri yerine gelmeye başladı.
“Neredeyim ben?” dedi telaşla. Sesi bir fısıltı halinde çıkıyordu. “Neredeyim ben?”  Ve sonra fark etti ışığın yokluğunu. Karanlıktaydı. Sonsuz bir karanlıkta… Nefes alamıyordu sanki. “Ne olur ışıkları açın!” diye haykırdı. Boğuk sesi karanlığın içinde yankılanıyordu. Gözyaşları boşalmaya başladı. Hayattaki en büyük korkusunun içindeydi. Karanlık…
Çaresizce tek bir kelime fısıldayabildi. “Lütfen… Lütfen…”

* * *
“Ölmüş,” dedi doktor. “Kalbi durmuş. Herhangi bir hastalığı yok. Çok garip. Kalp krizi geçirmemiş. Sanki kalbi bir anda durmuş gibi. Hiçbir neden yokken…”
Doktor odadaki iki polise bakarak gülümsedi. Fakat karşısındaki adamlar son derece ciddi duruyor ve kaşları çatık bir vaziyette kendisine bakıyorlardı.
“Yani bu bir cinayet mi?” dedi Nejat. Otuzlu yaşlarda iri yarı bir adamdı. Doktor onu ilk gördüğünde kasları ve 1.85 civarı olan boyu dikkatini çekmişti. Gerçekten de güzel bir vücudu vardı. Buruk bir kıskançlık hissetmişti 38 yaşındaki doktor.
“Cinayet olduğuna dair hiçbir belirti yok. Kalbi durmuş. Herhangi bir darp izi ya da vücuda verilmiş bir maddeye rastlamadık.”
“Aldığımız ifadelere göre insanlar bağırışlar duymuş.” dedi Serkan. Nejat’a göre daha kısa ve zayıftı. Fakat daha atik olduğu da belli oluyordu. “Adam ‘Ne olur yapma,’ diye haykırmış. Sesi neredeyse tüm sokaktan duyulmuş. Sonra da ‘Lütfen!’ diye bağırmaya başlamış”
Doktor düşünceli bir şekilde polislere baktı. Ne söylemesi gerektiğini düşünüyordu. Onların anlattıklarına göre bunun bir cinayet olması büyük bir ihtimaldi. Fakat kendi araştırmaları ve otopsi sonuçları tam tersini söylüyordu.
“Bilemiyorum. Ben size sadece bilimin sözlerini aktarıyorum. Bana sorarsanız bunun cinayetle uzaktan yakından bir alakası yok.”
İki polis olduğu yerde kıpırdandı. Başka bir şey öğrenemeyeceklerini anlamışlardı. “Bize söyleyeceğiniz başka bir şey var mı doktor?” dedi Nejat. Kaşları çatıktı. Gözleri cevap arayan bir adamın beklentileriyle doluydu.
Doktor başını iki yana sallayarak “Hayır,” dedi. Bunun üzerine iki ortak arkalarını dönerek kapıya doğru ilerlediler.

* * *
“Ulan bütün boktan olaylar bizi mi buluyor abi ya?” Serkan yüzünü ekşiterek konuşuyordu. Direksiyon başındaki Nejat hafifçe gülümsüyordu.
“İşimiz boktan olayları çözmek oğlum. Ne bekliyorsun ki?”
Serkan derince iç çekerek “Ne düşünüyorsun?” dedi. Nejat suratındaki gülümseyişi yok etti ve gözlerini yoldan ayırmadan bir süre sustu.
“Doktor cinayet değil diyor. Ama ne bileyim, o kadar insanın söyledikleri, duydukları çığlıklar… İçim bir türlü rahat etmiyor anlayacağın. Biraz daha soruşturalım. En azından elimizden geleni yapmış oluruz.”
   Serkan onaylarcasına başını salladı ve cesedin bulunduğu eve doğru hızla ilerlediler. Evin içerisine sinmiş ağır bir küf kokusu vardı. Bunaltıcı, iç karartıcı bir hava hakimdi ortalığa. Oksijenin azlığı belli oluyordu. Önceden gelen ekipler tüm evi incelemiş, ölümün cinayet olabileceğine dair bir şeyler aramışlardı. Fakat sonuçlar herhangi bir tersliğin olmadığını gösteriyordu.
Nejat yavaş adımlarla salonda bulunan aynanın önüne doğru gitti. Berbat göründüğünü düşündü. Yavaşça saçlarını düzeltirken Serkan’ın sert bakışlarını fark etti ve gülümseyerek saçlarını düzeltmeyi bıraktı.
“Burada bir iş yapıyoruz, sen yakışıklılığını düşünüyorsun.”
“Sana ne be kardeşim. İkisini de ayarlarım ben.”
Serkan konuyu daha fazla uzatmayarak evin içinde gezinmeye başladı. Daha önceden gezdiği için bütün odaları, evin her köşesini ezberlemişti. Gözden kaçırdığı bir şeyin olabileceğini düşünerek tekrar tekrar dolaştı odaları.
Nejat da bir yandan cesedin bulunduğu yeri inceliyor, parkelerde olabilecek ufak bir toz kalıntısı, bir ayak izi arıyordu. Profesyonel ekipler tarafından incelenmiş olan bu evde başka bir şey bulamayacaklarını ikisi de fark etmişti.
Evin kapısı gıcırdayarak açıldı. İki polis de aynı anda dönerek kapıya baktılar. İçeri giren yaşlı bir kadın kaşlarını çatarak onlara bakıyordu.
“Burada ne yapıyorsunuz” dedi kadın.
Nejat kimliğini çıkartarak “Biz polisiz,” dedi.
Kadının suratında memnun olmuş bir ifade belirdi. Hemen ardından samimi bir acı… “Zavallı Bekir,” dedi. “Pek de neşeli bir çocuktu.”
“Siz kimsiniz hanım efendi?” diye sordu Serkan.
“Ben Bekir’in ev sahibiyim.” dedi kadın çatallaşmış sesiyle. Nejat kadını dikkatle inceledi. Dün çevredeki herkesin ifadelerini almışlardı, fakat bu kadını hatırlamıyordu. “Bu sabah geldim.” diye devam etti kadın. “Amasra’daki evimde dinleniyordum. Bekir’e olanları duyunca hemen geldim.”
Nejat kadını neden hatırlamadığını şimdi anlamıştı. Kollarını bağladı ve duvara yaslanarak ihtiyar kadını incelemeye başladı. Oldukça enteresan bir kadındı. Konuşması, saç kesimi, duruşu, her yönüyle garip ve korkutucu…
“Bekir Bey’in kalbi durmuş.” dedi Serkan. “Çevredeki insanlar çığlıklar duymuşlar. Fakat laboratuar incelemelerinde herhangi bir darp izi ya da bunun bir cinayet olduğunu düşündürecek bir şey bulamadık.”
Kadın ağzını şaklatarak “Garip,” dedi. Bunu söylemesine rağmen sesinde en ufak bir şaşırmışlık yoktu.
“Bekir Bey nasıl birisiydi?” diye konuşmaya katıldı Nejat.
Kadın bir süre düşündü. Sonra sanki bu soru hiç sorulmamış gibi Serkan’a hitap ederek “Karabasan’a inanır mısınız polis bey?” dedi.
Serkan şaşırmıştı, fakat yine de soruyu cevapladı. “Evet. Yani hemen hepimiz çocukluğumuzda bunu yaşamışızdır. Korkunç bir kâbus görürsünüz, fakat bağıramazsınız falan…”
 “Evet, biraz öyle. Fakat sormak istediğim, onun gerçekten de birisi olduğuna inanır mısınız? Aslında bir yaratık olduğuna ve korkularınızla beslendiğine?”
Nejat tüm kanı çekilmişçesine ürperdi. Biraz hareket etmek için yaslandığı duvardan doğruldu.
“Bunları niye soruyorsunuz?” dedi Serkan.
Kadın sade bir tebessümle ona baktı. “Pardon, isminiz neydi?”
“Serkan.”
“Serkan Bey. İnsanların en zayıf noktaları en büyük korkularıdır. Bir şeyden ne kadar çok korkarsanız, o kadar zayıfsınız demektir.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
Kadın salonda bulunan ışık anahtarına bastı. Fakat odada hiçbir aydınlık belirmedi. “Bunu görüyor musunuz?”
Işık yanmamıştı. İki polis de dikkatle kadına bakıyordu. Devam etmesi gerektiğini anlayan kadın “Bekir karanlıktan korkardı.” dedi. Evinde ışıkları asla söndürmezdi. Oysa şimdi evdeki ampullerin hepsi patlamış. En ufak bir ışık bile yok.”
“Yani Bekir’in en büyük korkusunun karanlık olduğunu ve bu şekilde mi öldürüldüğünü söylüyorsunuz?”
“Hayır, öldürülmedi. Bekir karabasanın askeri oldu. Artık korkusuz, ama korkuya aç. O artık bir karabasan.”

* * *
“Kadın tam bir çatlak.” dedi Nejat. Merdivenlerden aşağı iniyorlardı. Serkan onu başıyla onayladı.
“Hem de ne çatlak…”
İki ortak arabaya bindikten sonra da kadının söylediklerini düşünmeden edemedi. Karabasan… İnsanların korkularıyla beslenen bir canavar. Bu kadar aptalca bir şey olamazdı. Düşünceleri bölense Nejat’ın ıslık şeklinde çalan telefonu oldu.
“Efendim,” dedi Nejat. Telefondaki sesi bir süre dinledikten sonra yüzündeki korkuyu Serkan da fark etti. “Tamam,” diyerek telefonu kapatan Nejat bembeyaz yüzüyle Serkan’a dönerek “Bekir… Cesedi ortalıkta yokmuş” dedi.
Hastaneye geldiklerinde başhekim hemen yanlarına geldi. Serkan sert bakışlarla başhekimi süzerken adam ne diyeceğini bilemeyen bir tavırla onlara bakıyordu.
“Beyler,” dedi başıyla selamlayarak.
“Neler oluyor burada?” dedi Nejat. Sinirlerine zor hakim olduğu belliydi.
“Bakın, neler olduğunu tam olarak açıklayamıyoruz; fakat çok enteresan şeyler olduğu kesin.”
“Evet, enteresan şeyler oluyor. Türkiye’nin en saygın hastanelerinden birinde bir cesedi kaybediyorsunuz.” Serkan bağırarak konuşuyordu artık.
“Lütfen sakin olun. Bu şekilde bir yere varamayız. Öncelikle size göstermek istediğim şeyler var. Buyurun gidelim.” Doktor elini sağına doğru açarak yolu gösterdi. İki ortak gösterdiği yöne doğru ilerlemeye başlamıştı.
Uzun koridorun sonuna geldiklerinde “Odama geçelim,” dedi başhekim. Cebinden anahtarını çıkardı ve odanın kapısını açtı.
İçeriye girdiklerinde odadaki evraklardan, tıkış tıkış dolu dolaplardan dolayı oluşmuş boğucu havayı hissetti Nejat. Etrafı incelemeye başlamıştı bile. Odanın her karesini ezberlemeye çalışıyor, bir gariplik arıyordu.
Başhekim masasına oturdu ve bilgisayarını açtı. “Size kamera kayıtlarını göstermek istiyorum.” dedi. “Bütün gariplikleri kaydeden kameraları…”
Nejat ve Serkan’da bilgisayarın başına geçti. Başhekim ekrana tıklayarak videoyu oynattı.
Morgun içini görüyorlardı. Her şey gayet normal gibiydi. Birkaç saniye böyle ilerleyen kayıtta garip hiçbir terslik yoktu. İçerideki birkaç görevli dışarı çıkıyor ve morg boş kalıyordu.
Nejat derin bir iç geçirdi. Fakat sonrasında gördükleri birden ürpermelerine neden oluyordu. Bekir’in kapalı olduğu haznenin kapısı bir anda açılmıştı.
Başhekim iki polise sırayla bakarak “Kamera kayıtlarını inceledik. Arada iki saniyelik bir boşluk var. Ne olduysa bu sırada olmuş. Fakat iki saniyede ortadan yok olmasını açıklayamıyorum.”
Serkan tüylerinin ürperdiğini hissetti. Bekir’in ev sahibinin söyledikleri aklına geliyordu. “O artık bir karabasan.” ‘Bunlar saçmalık,’ diye geçirdi aklından. ‘Kafanı topla.’
“Ve başka bir kayıt daha var. Beni asıl korkutan da bu kayıt.” Başhekim kaydı açtı ve ekranı korkuyla izlemeye başladı. Ekranda hastanenin kapısı görülüyordu. İnsanlar içeri girip çıkıyordu. Başhekim kaydı dondurdu ve köşede bekleyen adamın yüzüne yaklaştırdı.
Nejat bir an geri çekildi. Bir titreme bütün vücudunu sarmıştı. “Bekir bu.”
“Ta kendisi…”
“Ama nasıl…”
“Bilmiyoruz Nejat Bey. Olanları açıklayamıyoruz.”
Serkan odanın içinde dolaşmaya başlamıştı. Aklı karışık olduğunda hep bunu yapardı. Kadının söyledikleri bir türlü aklından çıkmıyordu. Aynı şeyleri Nejat’ın da düşündüğüne emindi. Şu anda tek istediği buradan gitmekti.
“Gidelim artık Nejat.” dedi.  “Gerisini bizim çocuklar halleder.”
Nejat başıyla onaylayarak odanın kapısına doğru yürüdü. Dışarıya çıkınca iki ortak da derin bir nefes aldı. Gerçekten de son derece korkunç bir gün geçiriyorlardı. Ve o anda korktukları şey tekrar oldu. Serkan’ın telefonu çalıyordu. Bir şeylerin ters gittiğinin ikisi de farkındaydı.  Serkan telefonun hoparlörünü açtı. “Alo,”
“Serkan, hemen Bekir’in evine gelin.”
“Ne oldu Yasin komiserim?”
“Bekir’in ev sahibi ölü bulundu. Zaman kaybetmeyin, hadi.”

* * *
Her zamanki o mide bulandırıcı koku… Havaya yayılmış ve tüm ağırlığıyla oturmuş küf kokusu… Etrafa dalga dalga yayılan bulanıklık…
Kadın yerde yatıyordu. Gözleri açık, bakışları korku doluydu. Bu insanların, polislerin burada olmasından rahatsız olmuş gibiydi. Yalnız kalmak istiyordu. Mahreminde, ininde, yuvasında yalnız kalmak…
Nejat da Serkan da korkmaya başlamışlardı. Önce Bekir’in garip ölümü, sonra da garip kayboluşu... Şimdi de bu kadının aynı şekilde ölmesi. Ne bir yara izi, ne bir kanama… İnsanlar çığlıklar duymuşlardı etraftan, fakat eve geldiklerinde gördükleri tek şey kadının cansız bedeni olmuştu.
Çaresizce ve korkuyla kendilerini bakan iki minik küre…
“Bu iş iyice zıvanadan çıktı.” dedi Başkomiser. Ali, Nejat’ın ve Serkan’ın üssüydü. Bu iş için onları görevlendirmiş, iki arkadaşsa şu ana kadar herhangi bir ilerleme kaydetmemişti.
“Başkomiserim, biz gerçekten ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Fakat çok garip olaylar oluyor.” dedi Serkan.
“Ne gibi garip olaylar?”
 Serkan toparlanarak “Bekir’in cesedinin kaybını araştırmak için hastaneye gittik. Ve başhekim bize kamera kayıtlarını gösterdi. Kamera kayıtlarında Bekir’in morgdaki dolaptan sadece iki saniyede kaybolduğu görülüyor. Birisinin bu kaçırma olayını iki saniyede yapması çok zor.”
Başkomiser düşünceli bir şekilde sigarasını yaktı. “Dahası da var,” dedi Nejat. “Kamera kayıtlarının ilerleyen kısımlarında, kapı önünden alınan bir görüntüde Be… Bekir’in ayakta ve sağ olduğunu gördük.”
Ali’nin suratı birden kireç kesti. Bembeyaz olmuş yüzüyle iki astını süzdü. Gözleri korkuyla parlıyordu. “Yine geldi.” diye mırıldandı. Ne dediğini bilmiyor gibiydi. Bilincini kaybetmişti sanki. “Bu sefer önceden yapamadığı işi tamamlamaya geldi.”
   
* * *
“Başkomiserim, iyi misiniz?” Nejat ve Serkan, Ali’yi kendi arabalarına indirmiş ve bir bardak kahve getirmişlerdi.
“İyiyim çocuklar, sağ olun.” dedi Ali.
“Neler oluyor amirim?” dedi Nejat.
“Başından beri şüpheleniyordum çocuklar. Gerçi artık her olaydan şüpheleniyorum, acaba arkasında o mu var diye; ama bu daha da farklıydı. Artık eminim. Tüm bu cinayetleri işleyen kişiyi biliyorum.”
Cinayet… Ali artık son derece kesin konuşuyordu.
“Kim? O diye bahsettiğiniz kişi kim?” dedi Serkan. Ali’nin titreyen dudaklarının arasındansa sadece bir kelime çıkabildi: “Karabasan…”
***
Arabanın hız ibresi 160’ı gösteriyordu. Nejat elinden geldiğince hızla Ali’nin anlattığı yere gitmeye çalışıyordu. Yirmi yıl önce karşılaşmıştı Karabasan’la Ali. O zamanlar çok deneyimsiz ama genç, güçlü bir polisti.
Aynı ölüm tarzları, aynı kaybolma olayları, aynı korkular… Bir büyücü sayesinde olayları durdurmuştu. Fakat düşmanı bu sefer kendisi için gelmişti. Bunu biliyordu, hissediyordu. Bu sefer onun korkuları vardı. Yıllar önce ne bir karısı, ne de çocukları vardı. Ailesi yoktu, kaybedeceği bir şey yoktu. Korkusu, zayıflığı yoktu. Oysa şimdi korkuyordu. Ailesine bir şey olmasından, onları yalnız bırakmaktan… Artık birçok korkusu vardı. Şu ana kadar öldürenlerin hepsi kendisini sınamak içindi. Karabasan onunla dalga geçiyordu.
“Korkularınız zayıflıklarınızdır.” dedi Ali Başkomiser. “Eğer Karabasan’ın karşısında kazanmak istiyorsanız, korkusuz olacaksınız. Onu ancak korkusuz olanlar öldürebilir.”
“Bu günkü kadın, Bekir’in ev sahibi, onun korkusu neydi?” diye sordu Serkan. Artık ikisi de karabasana inanıyordu.
“Kapalı alan korkusu, klostrofobi...”
 “Şimdi ne yapacağız amirim?” dedi Nejat. “Bahsettiğiniz kadının bize ne yardımı olacak.”
“Ondan aldığımız özel bir bıçakla karabasanı öldürebiliriz. Fakat Güneş batmadan orada olmalıyız. Yoksa benim için gelecek anlıyor musun?”
Nejat başını salladı. Fakat güneş batmadan varmaları imkânsızdı. On dakikaları vardı, oysa gitmeleri gereken yol 65 km idi. Ali’nin daha fazla korkmaması için bu gerçeği söylemiyordu.
Zaman ilerliyor, güneş batıdan kayboluyordu. Ali gözlerini kapamıştı. Korkularından arınmaya çalışıyor, fakat başaramıyordu.
“Bu sefer başaramayacağım.” dedi. Tam o sırada artık güneş görünmez oldu.
Güm… Araba büyük bir sarsıntıyla sallandı. Nejat son anda direksiyonu toparlayabildi.
Güm… Bu sefer toparlayamamıştı. Araba taklalar atarak yuvarlanmaya başladı. Nejat, Serkan ve Ali arabada kanlar içinde yatıyordu.
Üzerlerine gelen bir soğukluk hissetti üçü de. Ölümün soğukluğunu… Çaresizce çırpınan balıklar gibi hareket etmeye çalışıyor, fakat kırılan kemikleri buna izin vermiyordu. Üzerlerine gelen karanlığın kalplerini yerinden çıkardığını, korkularının kendilerini öldüreceğini hepsi fark etmişti.
Son bir çabayla mırıldandı Başkomiser Ali. “Korku zayıflıktır…”

KORKACAK BİR ŞEY YOK


 FUNDA ÖZLEM ŞERAN

" İnsanoğlunun en eski ve en güçlü duygusu korkudur. En eski ve en güçlü korku da bilinmeyenin korkusudur. "

                                                                H.P.Lovecraft

   


Arabanın silecekleri bir sağa bir sola hızla gidip geliyordu. Sanki tüm şiddetiyle yağan yağmurla kapışıyor, ardı ardına düşen damlalarla baş edebilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Onların bu çabası, tekerleklerin çamurdan kurtulmak için uğraşmaları gibi boşunaydı. Tam yarım saattir saplandıkları yerden bir santim dahi kıpırdayamamışlar, yok yere dövünüp durmuşlardı ıslak toprağın içinde. Sonunda arabanın sahibi de vazgeçmişti denemekten. Kontağı kapattı, arabanın yorgun motoru sustu. Silecekler bile bırakmıştı işin ucunu. Arabanın içi sessizliğe gömülmüştü. Sadece arabanın üstüne düşen yağmur damlalarının gürültüsü ve ön camın üzerinden akıp giden suyun şırıltısı kalmıştı geriye.
Kadın ellerini direksiyona dayayarak kaldı bir süre. Gözlerini ön cama dikmiş, akan suya bakarak dalıp gitmişti. Gecenin bir yarısı, karanlık ve ıssız bir ormanda, fırtınanın tam ortasında yapayalnızdı. Otoyoldan ayrılınca, kestirme sandığı bir yolu takip ederek buraya düşmüş ve belli ki kaybolmuştu. Sonrasında da arabası çamura saplanmış, onu bu unutulmuş yerde hiçliğin içine hapsetmişti. Ambiyansı tamamlamak istercesine aniden çakan şimşek ortalığı aydınlatınca, kadın gözlerini camdan ayırarak dışarı baktı.
Gök gürültüsüyle inleyen ormanda ağaçlar etrafını sarmıştı. Rüzgârın şiddetli esintisiyle dallar eğilip bükülüyor, yapraklar savrulup uçuşuyordu. Eğer başka bir şey vardıysa bile, yağmur ve rüzgârdan gözükmüyordu. Bu fırtınada yol ya da yön bulmak imkânsızdı. Bu yüzden kadın beklemeye karar verdi. Fırtına dinene, en azından yağmur yavaşlayana kadar arabada duracaktı.
On beş dakika kadar hiçbir şey yapmadan kendi kendine oturduktan sonra tekrar bir yıldırım düştü. Bu sefer çok yakındaydı, araba çamurun içinde sarsıldı. Ancak kadının isteği gerçek olmuştu. Birkaç dakikaya kalmadan yağmur durdu, rüzgâr kesildi. Kadın yavaşça kapıyı açıp fırtınanın dindiğinden emin olunca dışarı çıktı. Arabası onu yarı yolda bıraktığına göre, bu ormandan çıkmanın yolunu kendi bulacaktı. Arabanın kapısını gürültüyle kapattı. Sanki orman halkına burada olduğunu haber vermek istiyordu. Ancak kendisi de dahil, nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Üzerinde sadece kısa kollu bir Los Lobos tişörtü, eski bir kot pantolon ve yıpranmış, kirli botlar vardı. Yanına başka bir şey almamıştı; çünkü ihtiyacı yoktu.   
Etrafına göz gezdirdi ve kendine bir yön seçti. Ağaçların seyrekleştiği, çalıların nispeten geçit verdiği bozuk bir patikaya doğru yürümeye başladı. O adım attıkça botları çamura saplanıyor, dökülen yapraklar hışırdayarak ayağının altına yapışıyordu. Bir süre bata çıka ilerledi. Önüne çıkan dalları, çalıları bazen eliyle, bazen de ayağıyla ittirerek kendine yol açtı. Onun çıkardığı hışırtılar, ormanın genel gürültüsü arasında kayboluyordu. Yaprakların üstünde biriken yağmur suları ağaçlardan düşmeye devam ederken, fırtınadan korkup saklanan hayvanlar da yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Böcekler, sürüngenler, irili ufaklı memeliler ve kuşlar normal rutinlerine dönüyor; kimisi av, kimisi ise avcı olarak ormana yayılıyordu. Arada duyulan sesler bu mücadeleyi haber veriyordu.
Etrafında bunlar olurken kadın duraksamadan yoluna devam etti. Ağaç ve çalıların yolu kapattığı zamanlarda yönünü değiştirerek ilerledi. İlerledikçe ormanın derinliklerine varıyor, hayvanların sesleri azar azar kesiliyordu. Bir zaman sonra kendi ayak sesinden başka bir şey duymaz oldu. Toprak, botlarının altında yavaşça eziliyor ve çıtırdayan dallarla yapraklar ona eşlik ediyordu. Fakat eşlik eden başka bir şey daha vardı. Aniden öten baykuşun sesiyle kafasını yukarı kaldırdı kadın. Ama hiçbir şey göremedi. Çevresine hızlıca göz gezdirdi, yavaş yavaş aralanan bulutlar hapsettikleri ay ışığını serbest bırakarak ormanı az da olsa aydınlatıyordu. Ağaçların, çalıların arasında hışırtılar duydu, durup dinledi. Yalnız olmadığına emindi; fakat bir şey görmüyordu. Gözü, çalıların arasındaki hareketi yakalamakta geç kalıyordu. Sonunda hışırtılar kesildi, ormanın içinde hiç hareket yoktu. Kadın nefesini tutmuş bekliyordu. Beklediği şey, kesik ve derin bir hırıltı olarak geldi.
Büyükçe bir çalının arkasındaydı. Fakat çalılık onu saklamakta yetersiz kalıyor, ıslak tüylerle kaplı iri vücudu yaprakların arkasından görünüyordu. Hırladıkça tüylerin altındaki kasları titriyor, her an atılmaya hazırmış gibi bekliyordu. Kafasını kaldırınca karanlıkta kıpkızıl parlayan gözleriyle karşılaştı kadın. O gözler ki, ormanın tüm vahşiliğini barındırıyordu bakışlarında. Ölümcül bir hırıltıyla birleşip adeta gözdağı veriyordu kadına.
Kadınsa hiçbir şey yapmamaya dikkat ediyordu; en ufak hareketinin karşısındaki yaratığı kışkırtıp üzerine saldırtacağını biliyordu. Nefesini tuttu, gözlerini yaratığın kırmızı gözlerine dikti ve beklemeye başladı. Hayvan da onu aç gözleriyle süzmeye devam ediyordu. Doymak bilmez vahşi doğası onu kadına çekiyor, ama bir türlü saldırıya geçmiyor, bekliyordu. Ne kadın, ne de yaratık hareket ediyordu; gözlerini birbirlerinden ayırmıyorlardı.
Avlarına korku saçmaya alışık olan yaratığın hiçbir şeyden korkusu yoktu. Tek bir şey hariç… O an hiç yoktan çakan şimşekle hayvan olduğu yerde sıçradı. Hırıltısı anında kesilmiş, kuyruğunu bacakları arasına alarak ulumaya başlamıştı. Fırtınasız, yağmursuz, durduk yere çakan şimşek onu epey korkutmuş olmalıydı; çünkü kadınla ilgilenmekten vazgeçmişti. Ulumayı bırakıp kafasını indirdiğinde ise kadın artık orada değildi. Çoktan arkasına dönüp yavaş, sakin ve emin adımlarla yürümeye başlamıştı tekrardan.
Orman yaratıklarının onu izleyip eşlik etmesine izin vererek yoluna devam etti. Üstü başı kirlenmiş, botları çamur içinde kalmıştı, ama pes etmedi. Durmadan yorulmadan yürüdü ve sonunda otoyola ulaşmayı başardı. Asfaltın kenarına varınca bir süre yolun başına ve sonuna bakındı. Gelen giden yoktu. O da yere çömelerek beklemeye başladı. Bu ıssız yolda, karanlığın ortasında tek başına oturdu.
Karşıdan gelen bir aracın farları gözlerini kamaştırdığında, ormana ilk girişinden beri saatler geçmişti. Hemen yerden kalktı. Pantolonunun arkasını temizledi, sanki toz toprak içinde başka bir yeri yokmuş gibi. Elini gözlerine siper ederek hızla yaklaşan kamyonete baktı. Yeterince yaklaşınca kamyonetin şoförü de onu görmüştü. Kadının elini kaldırmasına gerek kalmadan, yavaşlayarak yanında durdu. Kadın ön kapıya yaklaştı ve şoförün açtığı camdan içeri baktı. İri yarı, şişman, kel, kirli sakallı ve pis sırıtışlı adam onu selamladı.
“Gecenin bir yarısında otobüs beklemek için kötü bir yer, ha?”
Kadın ona cevap vermedi, hafifçe tebessüm etti sadece. Fakat bu da adam için yeterli cevaptı; hemen uzanıp kadına kapıyı açtı. O arabaya binerken de konuşmaya devam etti adam.
“Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilirim. Bu ıssız yolda başka bir araç bulmanız zor olur. Hem ben de yalnızım, birbirimize yol arkadaşı oluruz, fena mı?”
Kadın koltuğa yerleşince dönüp adama şöyle bir baktı. Bakışları çakışınca adam utanmış gibi başını önüne çevirdi. Oysa pek de utangaç birine benzemiyordu. Motoru çalıştırdı, gaza bastı ve yola devam etti.
“Ben de işten dönüyorum. Hep böyle geç biter işim, bu yoldan eve dönerim. Normalde kimse olmaz, ıssızdır. Sizin gibi bir bayan için pek tekin sayılmaz aslında, yanlış anlamayın ama… Nasıl geldiniz buraya?”
Adamın gevezeliğine, gözlerini yoldan ayırmadan kısaca cevap verdi kadın.
“İş diyelim…”
Bu yanıtı garipseyen adam uzun uzun kadına baktı. Rahatsız olmuşçasına koltuğunda kıpırdandı, direksiyonu daha sıkı tuttu. Aslında kolay kolay rahatsız olacak biri değildi; hele ki bir kadından çekinecek bir adam hiç değildi. O kadınlardan korkmazdı; kadınlar ondan korkardı. Bunun en yakın örneği, şu an kamyonetin bagajında bir muşambaya sarılı halde duran genç kızın cesediydi. Onun da hayattaki en büyük korkusu bir sapık tarafından kaçırılıp öldürülmekti ve sonunda korktuğu başına gelmişti. Katili ise onu ormana gömmeye götürürken başka bir genç kadınla karşılaşmış, planını değiştirmişti.
Kamyonet yola hızla devam ederken adam şansını tekrar denedi.
“Siz ne işle meşgulsünüz?”
Kadın yorulmuş gibi iç çekti. Ağır ağır dönüp adama, gözlerinin içine baktı.
“Polisim.”
Adam bir an gözlerini kadından ayıramadı, az daha yoldan çıkıyordu. Son anda direksiyonu düzeltti, yerinde doğrulup toparlandı.
“Haa… Ne güzel… Polis demek… Sizin işiniz de zor…”
Avuçları terlemişti, buna rağmen direksiyonu sıkıca tutuyordu. Gözlerini yola dikti, bir daha kadına asla bakmadı ve gaza bastı.
“Şey, ben o zaman sizi en yakın benzinciye falan bırakayım, ha? İşiniz vardır şimdi, benim evim de çok uzak değil zaten, biraz da yorgunum…”
Şoför birden fikir değiştirmişti, ama kadın umursamadı. Yanındaki adam stres içinde boncuk boncuk terlerken, o arkasına yaslanmış, camdan dışarıyı seyrediyordu. Bir benzinciye yaklaştıklarında buna en çok sevinen adam olmuştu.
“Hah, benzinci de burada işte! Siz rahat rahat telefon edersiniz ya da ne bileyim, arkadaşlar yardımcı olur herhalde, ne de olsa polissiniz, hem de bayansınız... Kusura bakmayın, sizi de bırakıyorum ama sorun olmaz değil mi? Yani eve gitmem lazım da…”
 Kadın adama soğuk soğuk baktı.
“ Sorun değil. Nasılsa plakanızı aldım, elbet bir daha görüşürüz…”
Adam zorlukla yutkunurken kadın kamyonetten indi. Kapıyı sertçe kapadı ve arkasına bakmadan benzinciye doğru yürüdü. Hayatta en çok polisten korkan adam ise onun içeri girmesini bekledikten sonra son sürat oradan uzaklaşacaktı.
Benzincide pek kimse yoktu, ama onun hemen yanındaki dinlenme tesisi gece yolculuk eden birkaç araç sahibiyle doluydu. Kadın içeri girince bazıları dönüp ona şöyle bir baktı, sonra yine önlerine döndü. Belli ki kir pas içindeki bu yalnız kadın pek ilgilerini çekmemişti. Buna memnun olan kadın, kendine cam kenarında bir masa seçip oturdu. Biraz sonra salına salına yürüyen garson göründü. Kadın kırklarının başında olmalıydı. Yüzü aşırı makyajdan kırış kırış olmuştu; daha genç görünmeye çalıştığı belliydi. Ama her ne yaptıysa bu onu olduğundan da yaşlı gösteriyordu. Talihsiz bir durumdu; çünkü en korktuğu şey yaşlanmaktı.
“Hoş geldiniz… Ne alırsınız?
“Hiçbir şey… Sadece biraz dinlenmek istiyorum.”
 Garson, kadına ters ters bakıp tepesinde dikilmeye devam etti. Tam ağzını açıp buranın dinlenme tesisi (!) olmadığını, bir şey ısmarlamazsa masayı boş yere işgal edemeyeceğini söyleyecekti ki, kadınla göz göze geldi. Tek isteği rahat bırakılmak olan kadın ona uzun uzun bakarken, garson sanki otuz yıl yaşlandığını hissetmişti. Hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitti.
Lokantanın diğer müşterileri bu garip sahneyi sessizce izlemekle yetindiler. Kadın onların bakışlarından rahatsız olmuştu, ama umursamadı. Yükseklik, asansör, köpek, böcek, yalnızlık, ölüm korkusu ve daha başka bir sürü fobiden muzdarip olan bir avuç insanla uğraşacak hali yoktu. Dirseğini masaya dayayıp yorgun başını elleri arasına aldı.
O sırada arka taraftaki tuvaletten çıkan bir adam masasına dönmek üzereyken onu fark etti. Tanımaya çalışır gibi bir süre uzaktan izledikten sonra yanına geldi. Kadının üzerindeki tişörte ve kirden değişmiş Los Lobos yazısına bakarak gülümsedi.
“Phobos?”
 Kadın kafasını kaldırıp adama baktı, biraz şaşkındı. Adam ise onu gördüğüne memnun olmuş gibi geçip karşısına oturdu.
“Bir an gelmeyeceksin sandım. Nerede kaldın?”
 Kadın da adamı tanımış olmalıydı, hemen cevap verdi.
“Kayboldum. Sonra arabam arızalandı. Ve sonra yine kayboldum. Senin ne işin var burada?”
“Mola vermiştim…”
Gülerek devam etti adam.
“Açıkçası bir erkek gelecek sanıyordum.”
“Herkes öyle sanıyor.”
Kadının hafif alaycı tebessümüne samimi bir gülüşle karşılık verdi adam.
“Neyse, geldin ya. Önemli olan bu.”
“Elbette geleceğim. Sen benim kardeşimsin.”
Adam ve kadın birbirlerine uzun uzun baktı, adam özlemle konuştu.
“Bin yıllar sonra yine bir arada…”
“O kadar oldu mu?”
“Sanki sonsuzluk gibiydi.”
“O zaman vakti gelmiş.”
 Adam onu doğrulayarak kafasını salladı.
“Evet, vakit geldi. Hadi gel, geç kalmayalım, babam bizi bekliyor.”
“Ares burada mı?”
“Elbette burada, başka nerede olacak ki?”
 Ona hak verir gibi başını salladı kadın. Adam ise masadan kalkarken ekledi.
“Sadece o değil, Enyo Teyzem ve Adrestia da geldi.”
“Haberim var. Bana kadın kılığına girmemi kim tavsiye etti sanıyorsun?”
 Adam bir kahkaha patlattı ve yürümeye başladı. Kadın ayakta durup ona seslendi.
“Hey, Deimos!”
Adam gülerek ona döndü.
“Hı?”
“Bu sefer eline yüzüne bulaştırma, olur mu? Arkanı toplamak hiç de eğlenceli olmuyor.”
Deimos, kendisiyle dalga geçen Phobos’a gülerek kafa salladı. Korku ve dehşetin iki tanrısı, diğer ölümsüzlerle birlikte dünyaya yeniden savaş ve vahşet getirecek, insanlığın sonunu hazırlayacaklardı. Onlar ağır adımlarla yürüyüp yanlarından geçerken, insanlar her şeyden bihaber hayatlarına devam ediyordu.
Phobos kapıdan çıkmak üzereyken duvardaki aynada kendi aksini gördü. Hemen başını çevirip kardeşinin peşinden gitti. Ne de olsa korkunun kendisinden başka korkulacak bir şey yoktu.

5 Temmuz 2012 Perşembe

BEYAZ




BARAN GÜZEL

1

Dolunayın hastalıklı ölgün ışığı, ölüm bahçesine düştüğünde huzursuz bir kıpırtı başlar toprakta. Ağlar köpekler çıldırasıya. Sessizliğin pınarında ne varsa akmaya başlar yokuştan, keskin bi' çığlıkla. Eskimişliğin, terk edilmişliğin hüznüyle silkelenir toprak. Ağlayarak. Çiçekler görünmez bir el tarafından söküldüklerini hisseder o vakit.

Ölüm toprağın kalbinde atmaktadır. Asi bir rüzgâr başlar toprağı süpürmeye fütursuzca. Derken onlarca, yüzlerce el belirir toprağın üzerinde. Bağırmaya, ağlamaya başlar toprak doğum yapan annenin acısıyla. Bünyesinden yüzlerce derisiz, etsiz, nefessiz yaratık fırlar ve dolunay derisiz yüzlerinde parlar.

Günahkâr ölüler görmeyen gözleriyle tekrar ölebilmek için yürümeye başlar…

2

Orada! Süt beyazı bir sonsuzluğun ortasında, gözleri parıldamakta. Mavi.

Orada! Beyazın uç noktasında. Sırtı yerde, kolları, bacakları... Uzanmakta.

Onu kutsayın, acıyın ona. Akıttığı gözyaşlarını için kana kana. Kurtarın onu, bağışlayın. Yok olmuşluğunu simgeleyen kefeninin beyazlığında kaybolun. Bakın, gözlerini kapatıyor, küçücük bir karanlık görmek umuduyla. Dudaklarını kımıldatıyor dua eder gibi.

“Lütfen, lütfen, lütfen!”

Saçlarını avuçlayıp haykırıyor. Uyumadan önce var olmayan kirli sakalını sıvazlıyor. Bir şey mi söylüyor? Küfür mü ediyor o yoksa bu saçma gerçekliğe? Gözlerini kapattığında gördüğü sonsuz beyaza kızıyor olmalı. Gözleri açıkken gördükleriyle gözleri kapalıyken gördükleri arasında hiçbir farkın olmayışına kızıyordur belki de.

“Gözlerimi kapattığımda karanlığı görmem gerekmez mi? Lütfen!”

Bakın, dizleri ve bilekleri üzerine çökmüş. Kafasını altındaki sert zemine vurmaya çalışıyor. Başını her savuruşunda dizlerinin altındaki gerçeklik yokluğa dönüşüyor. Uzun saçlarında en ufak bir kımıldama dahi olmuyor. Başını savurması en ufak bir rüzgâr dahi yaratmamış olmalı. Başı her seferinde boşluğa değiyor.

“Sadece birazcık acı. Lütfen!”

Beyazdan farklı bir renk görmek umuduyla sıyırıyor kolunu. Vücudundaki tüm kan çekilmiş gibi, teninin rengi beyaza yakın. -Pudralanmış gibi.- Kadavra gibi, demek çok acı ama şu an için en doğrusu. Derisini yararak dışarı fırlamış olan tüyleri oldukça ince ve renkleri sarıya yakın. Kırmızıya duyduğu özlem kolunu dişlemesine neden oluyor. Gülünç bir şekilde canı acımıyor. Kolunda ısırmaya bağlı en ufak bir iz dahi oluşmuyor.

“Bu kadarı hakkım olmalı. Lütfen!”

Onu azat etsin, bağışlasın onu. Aksakallı ihtiyar. -Korkuların babası.- Varsa cehennemin kapılarını açsın. Zebanilerin sıcak ellerine teslim etsin. Ama böylesi çok daha acı. Eğer buralarda bir yerlerde ise görüyor olmalı. Onu. Öyleyse bir son vermeli bu duruma. Şaka yaptığını sanıyorsa onun hiç eğlenmediğini bilmeli.

Bakın işte koşuyor, bir çıkış arıyor. Herhangi bir gerçeklik… Beyazdan farklı herhangi bir şey. Zıplıyor çıkışın yukarılarda bir yerlerde olduğunu umut ederek. Kollarını savuruyor. Yorulmadan, durmadan koşuyor. Bir kapı arıyor. Herhangi bir çıkış. Belki cehenneme giden bir yol. Hiçbir şey bu saçma beyazlıktan daha fazla acı veremez ona. Biliyor. Her şeyin bir rüya olduğunu biliyor fakat uyanamıyor. İhtiyar… Her şeye o sebep oldu.

“Belki de bu gerçektir. Ben hep burada uyuyordum ve yaşadığım onca şey bir rüyaydı. Ailem, arkadaşlarım, dünya, yaşam… Hayır, hayır bu çok saçma. Lütfen!”

Bir delinin gülümseyişi yüzünde. Eliyle saçlarını kavrıyor. Simsiyah saçları var doğrusu veya bu beyaz evrende böyle siyah görünüyor. Bir kıl kopartabiliyor saçlarından. Avucuna aldığı bu siyah kıl tanesi buradaki en gerçek ve en ilgi çekici şey. Dizleri üzerine çöküp bu müthiş hazineyi izlemeye koyuluyor.

“Saçlarım, ne kadar da siyahtı.”

Orada! Nasıl geldiğini bilmediği bembeyaz bir Araf’ta. Kafasının içinde garip uğultular. Kalbi her zamankinden farklı bir ritimle atıyor. O bilindik ritim hızlanıyor. Kanı bir başka şekilde pompalanıyor sanki vücuduna. -İçinde bir yerlerde hala bir nebze kanın olması şüphe uyandırır.- Buna korku mu sebep oluyor? Günlerdir, belki de aylardır –zaman kavramı yok burada.- uyumamış olmanın, uyumak istememiş olmanın yorgunluğu üzerinde. Bir rüya duyuyor gözlerini kapattığında. Göremediği insanlar konuşuyor beyazın içinde. Ona her görüntü yasak. Göremediği nesnelere dokunduğundan, bilinmeyende yaşadığından içinde garip bir korku duygusu var.

“Eskiden karanlıktan korkardım. Şimdi ise aydınlıktan. Çok fazla aydınlık.”

Avucundaki kılı sımsıkı tutup kendine sarılıyor. Bembeyaz bir rüya görüyor, uyumadan hem de. Göremediği nesnelere dokunuyor, çok uzaklarda belki geçmişte yaşamış kendinsinin sesini düşlüyor.

        3

Bu kez karanlıkta gözlerini kapatıp uyumuş. Aksakallı hırpani ihtiyarı arıyor. Rüyada. Onun gözüyle. Gerçekte. İhtiyar ona mı sesleniyor?

“Heyber…”

Ses arkasından geliyor. Dönüp baktığında İhtiyar’ı göremiyor.

“Yok artık, sesini duyduğuma eminim.”

İhtiyar neden böyle çocukça oyunlar oynuyor? Yüzünü kaplayan bembeyaz sakallara hiç uymadığını bilmiyor mu davranışlarının?

Gölgelerden arınmış karanlık odasında Heyber. Ruhu yükselmiş, bedeni bir meyve posasından farksız yatağında. Üzerinde battaniye yok, ağzı kapalı. Odanın duvarları çeşitli resim ve posterlerle dolu.

Nefes almıyor mu Heyber? Doğrusu çok derin uyuyor olmalı. Ruhu yükseldiğinden bu yana daha yavaş atıyor kalbi. Kalbinde o her zamanki neşeli ritim yenini kederli bir melodiye bırakmış.

İhtiyar’ın peşinde Heyber. Öyle büyük ikramiyeyi kazanmak için şanslı numaraları istemek değil amacı. Gerçeği arıyor, hakikati, gizemi. Sizlerin belirsizleştirdiği açık seçikliği arıyor. İhtiyar’ı ilk ne zaman gördüğünü çok net hatırlıyor. Her şey çok net dimağında. İhtiyar’ın giyindiği beyaz elbise mecazlıktan uzak göz alıcı. Öyle beyaz ki sanki tüm karanlığı yutuyor. Öyle beyaz ki sanki geceye çıksa karanlığı dize getirecek. Öyle beyaz ki gündüze çıksa güneşin sarılığına kafa tutacak. Gözlerinin rengi seçilmiyor İhtiyar’ın. Yeşil demeye bin şahit ister, ilk bakışta mavi gibi gözükse de kahverengi olması büyük olasılık. Gözleri ıslak ama ağlamaktan değil. Üst dudağını bıyıkları kaplamış.

İhtiyar ilk ne zaman çıktı ortaya çok net hatırlıyor Heyber. Fakat İhtiyar’ın mı onu bulduğu yoksa onun mu İhtiyar’ı aradığı sorusuna cevap bulamıyor.

“Heyber…”

İsminin bu şekilde söylenmesinden rahatsızlık duyuyor. Sanki İhtiyar sesine gerilimli bir hava katmak istiyor da adını gırtlağından çıkardığı hırıltılar eşlinde söylüyor. “Heyber…” Böyle gerilim uyandıran bir ses beyazlar içindeki İhtiyar’a hiç yakışmıyor. İnsan, acaba çok mu sigara içiyor, diye düşünmeden edemiyor.

“Neredeysen çık ortaya İhtiyar, merak ettiğim şeyler var. Uyanmadan önce seninle konuşmak istiyorum.”

Söylediklerine bir karşılık alamayan Heyber salt karanlıkta kalıyor. Tek bir şey dahi göremiyor. Karanlıktan koktuğunu hiçbir zaman saklamaz Heyber bu yüzden de hep alay konusu olur arkadaşları arasında.

“Hadi ama, diğer tarafta saat kaç bilmiyorum, o yüzden her an uyanabilirim. Alarm kurmuştum. Lütfen.”

“Hemen git buradan, soru sorma, lütfen. Bak. Karanlıkta seni çağırıyorlar. Onlar. Tanrım, ne çok günahın var. İyi bir insan ol. Yoksa… O. Seni istiyorlar. Hadi uyan artık. Git!”

“Ama, ama…”

“Heyber…”

“Tamam, tamam, tamam… Dur bi saniye. Bazı şeyleri bilmek istiyorum bak. Lütfen gel. Karanlıktan korkuyorum. Hadi beyazlığınla aydınlat burayı. Ölümden korkuyorum… Bak lütfen. Öldükten sonra ne olacağını anlat. Lütfen. Tanrı var mı onu söyle. Lütfen.”

“Aptal! Bu sorulara cevabı ancak ölürsen alabilirsin. Ya da… Burada kalmaya devam edersen zaten öğreneceksin. Çok fazla günahın var. Git! Yoksa…”
                                                                          4

“Hiç denememeliydim. Sorgulamamalıydım hiç. Tanrı’nın beni oldurmaya çalıştığı şey gibi olmalıydım. Tanrı’nın olmamı istediği şey gibi olmalıydım. Kitap’ta anlatılanlara harfiyen inanmalıydım. Boyun eğmeliydim bilinmezliğe. (…) Peygamberler. İnanmalıydım onlara. Yazılanı sorgulamak benim ne haddime. Rüyalar, her sabah uyandığımda tam olarak hatırlayamadığım karanlıkla örtülü görüntüler olarak kalmalıydı. İhtiyar’ı dinlemeliydim. Tanrı’m korkuyorum. Lütfen.”

Orada! Saçları, beyazın arasında simsiyah bir nokta. Kalbinin hızlanan ritmi delirmekten korkmasından. Ellerini karnına çektiği dizlerinin üzerinde birleştirmiş. Çıplak ayaklarının uçlarındaki parmakları cansız, kıpırtısız. Yerde kıvranıyor. Titriyor. Tükürüksüz ağzıyla kuru kuru anlamsız cümleler sarf ediyor. Oksijen gerçeğinin şüpheli olduğu bu beyazda birilerinin, belki İhtiyar’ın, onu duymasını bekliyor.

“İnsanlar, ömürleriniz korku ve pişmanlıklarla geçiyor. Yalvarmalarla. Sorularla ve arayışlarla. Hiçbir zaman bir sonraki anda ne olacağını hesap edemiyorsunuz. En iyi seçeneğin karar verdiğiniz anda sizi mutlu edecek seçenek olduğuna öyle inanıyorsunuz ki… Başka türlüsü işinize gelmiyor belki. Tanrı’nın adını hep en zor anlarda sayıklıyorsunuz. Oysa birazcık güvenseniz ve inansanız Tanrı’ya…”

İhtiyar’ın sesini duymak tüm hücrelerinde aynı şok etkisinin oluşmasına sebep oluyor Heyber’in. Daha ilk kelimede ayağı fırlıyor. Duyduklarının gerçekliğinden şüpheleniyor.

“Biliyordum, biliyordum. Beni duyacağını biliyordum. İhtiyar. Dur lütfen. Bak tamam seni dinlemeliydim. Onun izinden gitmemeliydim. Ama, ama… Bak Âdem de aynı hatayı yaptı biliyorum. O herkesi kandırabilir. Ona karşı gelmek çok zor. Bak. Korkuyorum, kapıyı aç, gitmeme izin ver. Lütfen.”

“Heyber…”

“Hey, bak yine geldi O. Lütfen kurtar beni. Çok iyi biri olabilirim. Bu boktan kâbustan uyandır beni. Kapıyı aç. Söz uyanınca çok iyi bir insan olacağım. Ya da Cehennem’e gönder beni. Lütfen.”

Orada! Ellerini havaya savuruyor Heyber. Sesi hüzünle titreşiyor. Boğazına düğümlenen kelimeleri zorlukla bir araya getirip cümle kurabiliyor. Saçlarını avuçluyor. Gözlerini ovuşturuyor. Sanki gerçekten burada hava varmış gibi hızlı hızlı nefes alıyor. Göğsü bir inip bir kalkıyor. Bir ileri bir geri yürüyerek korkusunu bastırmaya çalışıyor. Kulağını tıkadığı halde Onun sesini duyuyor.

“Heyber…”

“Bak işte O burada. Beni onun ellerine teslim etme İhtiyar. Kim bilir yine nasıl kandıracak beni. O beni kandırır İhtiyar, inandırır kendine. İnanmasam da inanırım İhtiyar. Bu beyazdan kurtulmak için ne derse yaparım. Sakın teslim etme beni Ona. Ne kadar pişman olsam da yeminler etsem de giderim Onunla. “

Dizleri üzerine çöküyor. Gözlerini kapatıyor. Ellerini kaldırıyor havaya dua eder gibi. Dudağını ilgi bekleyen bir bebek gibi kıvırıyor.
“Sakın Heyber, sakın. Bak bu ikinci şansın. Bu son şansın. Beyaz, Onu dinlersen başına gelebileceklerin en iyisi. O korku doludur. Ona hayır demelisin. Bir daha asla pekinden gitme. Yalnız değilsin. Aynı tuzağı başkalarına da yaptı. Senin gibi onlarca insan var. Hepsi de mezarda. Hepiniz öldünüz. O öldürdü sizi. Üstelik daha da korkuncu… O sizi diriltecek. O bir korku ordusu kuracak!”

 5

Karanlıkta. Heyber korku dolu gözlerle İhtiyar’ı aramakta. Oysa İhtiyar son sözlerini söyledi. İnandırıcıydı da. Hemen uyanmalıydı. Beyazdayken soracaktı, acaba o dakika uyanmak istesem uyanabilir miydim, biliyordu, tabi ki uyanacaktı.

“Heyber…” demişti O hastalıklı sesiyle. “Gerçeği görmek istiyorsun.” Konuşurken boğazında solucanlar kımıldıyordu sanki. Dudakları etsiz olmalıydı. Böyle konuşan birinin dili… Tanrım yılan dilli miydi?

“Evet, gerçeği görmek istiyorum. Tanrı’yı, Cennet’i ve Cehennem’i. Ama, korkuyorum. Burası fazla karanlık.”

“Gerçek yalnızca yalanlardan arınmış beyazda gizlidir Heyber.” Karanlık Onun sesindeki alayı gizlemişti Heyber’den.

“O zaman beyazı göster bana. Karanlıktan korkuyorum.”

“Beni izle.”

Karanlıktan daha siyah bir gölge belirdi önünde. Simsiyah pelerinli bir siluet. Yürüdü bu gölge. Heyber de peşi sıra takip etti onu. Gölge elini uzattı boşluğa. Boşluğu aldı avuçlarına ve kulakları sağır eden bir gıcırtıyla doldu karanlık. Bir kapı aralandı. Aralanan kapıdan karanlığa hücum eden beyaz gölgeyi yok etti. Kapıdan içeri süzülen beyaz karanlığı kapladı. Heyber çaresizce beyaza bakıyordu şimdi.

6

Beyazda. İhtiyar çaresizlikle kendi iradesine bırakıyor Heyber’i. Bir karar vermesi gerekiyor.

“Heyber…” diyor O, öyle iğrenç ve öyle korku dolu bir ses ki bu. Kim karşı gelebilir ona? Ona karşı gelmek için peygamber olmak gerekir.

“Öldün sen. İhtiyar öldürdü seni. Beyaz adam. Bak etrafına. Beyaz. İhtiyar hapsetti seni içinde. O peygamberleri yaratan zat. Günahkârsın Heyber. Hangimiz değiliz ki? Bizim yanımıza gel. Karanlığa. Beyaz çok ama çok saçma.”

“Dur dur bi dakika, Tanrı’nın İhtiyar olduğunu mu söylüyorsun?”

“Tanrı’nın tek bir şekli yoktur. Çok soru soruyorsun. Şu haline bak bu yüzden buradasın.”

Karanlıkta duyduğuna benzer bir gıcırtı duydu. Kulaklarını tıkadı. Dişleri titredi. Boğazına camlar battı adeta. Önünde simsiyah bir kapı belirdi Heyber’in.

“Gel.”

İhtiyar’ın sözleri geldi aklına. “Beyazdan daha kötü ne olabilir ki.” Yürüdü. Siyaha doğru küçük bir adım attı.

7

Siyaha adımını attığı an düşmeye başladı karanlıkta. Hızla düşüyor, yere çakılacağı düşüncesiyle çığlıklar atıyor, kollarını ve bacaklarını havaya savuruyordu. “Tanrı’m Tanrı’m Tanrı’m. Lütfen!” Gözlerini kapattı. Hiç olmasa artık gözlerini kapattığında beyaz yerine siyahı görebiliyordu. Bağırıp çırpınmayı bıraktı. Anlamsızdı.

8

Düşme hissiyle uyandığında Cehennem’de olduğunu düşündü. Ayak parmaklarında, başında, ağzında, kulağının içinde, çürümüş derisinin altında, bacaklarında, ellerinde ve kasık bölgesinde gezinen küçük yaratıkların minik ısırıklar alarak bedenini yok etmeye çalıştıklarını gördü. Karnının içinde, dalağında, böbreklerinin üzerinde ve henüz atmaya başlayan kalbinin etrafında hissettiği acıyla karışık gıdıklanma hissi aklını hemen o an kaçırmasına sebep oldu. Bedenini ve başına saran paçavrayı hissetti. İçine çektiği kendi leşinin kokusu cinsini bilmediği böcekler tarafından yenmiş burnunu yaktı. Çektiği acıyla çok şiddetli bir çığlık savurdu. Etleri sökülmüş acı içindeki elleriyle bedenini saran kefen olduğunu tahmin ettiği paçavrayı üzerinden atmaya çalıştı.

Bedenine üşüşen ayrıştırıcılar biraz önce kemirdikleri kalbin tekrar atmaya başlamasından duydukları korku ve şaşkınlıkla kaçacak delik aradılar. Karanlıkta Heyber’in karnından, ağzından, gözlerinden, kulaklarında ve orasından çıkan yaratıklar görmeyen gözleriyle toprağın derinliklerine doğru yol aldılar.

“Tanrım, Tanrım affet beni. Ben böyle olsun istemedim.” Acıyla haykırıyor, bağırıyordu. İçine çektiği rutubetli toprak hava karnından veya vücudundaki başka bir delikten çıkıyor. Ağzındaki böcekleri tükürüyor. Elini yukarıya uzatıyor. Göremediği tahtaları itekliyor. İlk denemesi başarısız. İkinci denemede tahtalar kımıldıyor. Üçüncüsünde tahtaları iyice itekleyip toprağa değdiriyor elini. Acıyla bağırıyor. Çürümüş etleri asit dökülmüş gibi yanıyor. Cehennem, diyor. Cehennem daha iyidir belki de.

Tırnaksız parmak uçları toprağın dışına çıktığında serin bir rüzgârla karşılaşıyor.

9

Ölüm bahçesinde adının yazdığı mezar taşına bakıyor. “Demek öldüm. Demek gömdüler beni. Demek rüyadan uyanmamı beklemediler.” Etrafına bakıyor. Mezarlardan çıkan ellere, bedenlere. Dolunayın ışığı altında parlayan etsiz yüzlere. Çığlıklarını duyuyor onların. Acı dolu haykırışları. Kendi de onlardan farksız. İhtiyar’ın sözlerini hatırlıyor. “O sizi diriltecek. O bir korku ordusu kuracak!”

Onu görüyor sonra, simsiyah bir siluet. Rüzgâr pelerinini dalgalandırıyor. Diğerlerinin Ona doğru gittiğini görüyor.

“Gelin.” diyor O, “Acılarınızdan kurtulmak için izleyin beni. Alacağınız canlar dindirecek acılarınızı. Gelin. Tekrar ölmek istiyorsanız beni izleyin.”

4 Temmuz 2012 Çarşamba

KAYIT

HAKAN BIÇAKCI


“Korku, arkamızda yanan bir mum alevinin duvarda oluşturduğu gölge gibidir. Ondan kaçtıkça büyür, üzerine gittikçe küçülür.”

Frelin




Kiralık/Satılık ilanları arasındaki karanlık sokakta yürüyordum. Eve birkaç ıssız sokak kalmıştı. Köşeyi dönünce karşıma birbirinden zayıf üç adam çıktı. Dimdik ayakta duruyorlardı. Hareketsiz... Birinin kucağında küçük bir televizyon vardı. Simsiyah, uyduruk bir televizyon... İncecik kollarıyla sımsıkı tutuyordu. Ekranı dışa dönüktü. Görmezden gelip aralarından geçmek istedim. Yakınlaşıp önümü kestiler. Paniklememeye çalışıyordum. İçlerinden biri çantamı istedi. Sakin sakin... İçinde cüzdanım, cep telefonum, bilgisayarım ve işle ilgili önemli notlar olan çantayı verme düşüncesi karnımı oymaya başlamıştı.


Üçü de çelimsiz, zayıf, silik tiplerdi. Birini kolundan tutup duvara vursam diğerleri arkasına bakmadan kaçardı. Kucağında televizyon olan zaten etkisiz elemandı. Tam böyle bir saldırı planlıyordum ki ortadaki eğilip yanında duranın kucağındaki televizyonu açtı. Açarken de “Bir önceki arkadaş vermedi, bak neler oldu…” dedi. Diğeri de “Geçen bölümün özeti,” diyerek sırıttı. Sesleri de incecikti. Gecenin karanlığında parlayan ekranda aynı üçlü, başka bir sokaktaydı. Aynı adamın kucağında, aynı televizyon vardı. Tüm bunları izlediğim televizyon… Daha önceki kurbana, televizyondaki bir önceki kurbanı izletiyorlardı. O sırada biri de beni kamerayla çekmeye başladı. Bir sonraki kurbana izletilmek üzere... Ama buna gerek olmayacaktı. Çünkü izlediklerim beni çantamı vermeye ikna etmişti. 


Ekrandaki adam aynı durum karşısında çantasını vermeyi reddediyordu ve adamlardan biri, televizyonu ve kamerayı tutmayan adam, köpek gibi üzerine saldırıyordu. Suratını ısırarak adamı yere indiriyordu. Tam göremiyordum, ama sanki adamın yüzünü yiyordu. Transa geçmiş biçimde titreyen bacaklardan ayıramıyordum gözlerimi. Bir yandan da çantayı uzatıyordum. 


Çantayı aldılar. Televizyonu ve kamerayı kapadılar. Ağır ağır uzaklaşmaya başladılar. Sadece maddi zararla kurtulduğuma şükredip eve doğru yürümeye devam ettim. Kendimi sıkmış olacağım, tehlike geçince elim ayağım titremeye başlamıştı. Grup da diğer yöne doğru yürüdü. Arkadaşlarıyla buluştular. Bu, videodaki kurbandı. Dördüncü adam... Oyuncu... Ganimeti paylaşan dört zayıf gölge, Kiralık/Satılık ilanları arasındaki karanlık sokakta yürümeye devam etti…