5 Temmuz 2012 Perşembe

BEYAZ




BARAN GÜZEL

1

Dolunayın hastalıklı ölgün ışığı, ölüm bahçesine düştüğünde huzursuz bir kıpırtı başlar toprakta. Ağlar köpekler çıldırasıya. Sessizliğin pınarında ne varsa akmaya başlar yokuştan, keskin bi' çığlıkla. Eskimişliğin, terk edilmişliğin hüznüyle silkelenir toprak. Ağlayarak. Çiçekler görünmez bir el tarafından söküldüklerini hisseder o vakit.

Ölüm toprağın kalbinde atmaktadır. Asi bir rüzgâr başlar toprağı süpürmeye fütursuzca. Derken onlarca, yüzlerce el belirir toprağın üzerinde. Bağırmaya, ağlamaya başlar toprak doğum yapan annenin acısıyla. Bünyesinden yüzlerce derisiz, etsiz, nefessiz yaratık fırlar ve dolunay derisiz yüzlerinde parlar.

Günahkâr ölüler görmeyen gözleriyle tekrar ölebilmek için yürümeye başlar…

2

Orada! Süt beyazı bir sonsuzluğun ortasında, gözleri parıldamakta. Mavi.

Orada! Beyazın uç noktasında. Sırtı yerde, kolları, bacakları... Uzanmakta.

Onu kutsayın, acıyın ona. Akıttığı gözyaşlarını için kana kana. Kurtarın onu, bağışlayın. Yok olmuşluğunu simgeleyen kefeninin beyazlığında kaybolun. Bakın, gözlerini kapatıyor, küçücük bir karanlık görmek umuduyla. Dudaklarını kımıldatıyor dua eder gibi.

“Lütfen, lütfen, lütfen!”

Saçlarını avuçlayıp haykırıyor. Uyumadan önce var olmayan kirli sakalını sıvazlıyor. Bir şey mi söylüyor? Küfür mü ediyor o yoksa bu saçma gerçekliğe? Gözlerini kapattığında gördüğü sonsuz beyaza kızıyor olmalı. Gözleri açıkken gördükleriyle gözleri kapalıyken gördükleri arasında hiçbir farkın olmayışına kızıyordur belki de.

“Gözlerimi kapattığımda karanlığı görmem gerekmez mi? Lütfen!”

Bakın, dizleri ve bilekleri üzerine çökmüş. Kafasını altındaki sert zemine vurmaya çalışıyor. Başını her savuruşunda dizlerinin altındaki gerçeklik yokluğa dönüşüyor. Uzun saçlarında en ufak bir kımıldama dahi olmuyor. Başını savurması en ufak bir rüzgâr dahi yaratmamış olmalı. Başı her seferinde boşluğa değiyor.

“Sadece birazcık acı. Lütfen!”

Beyazdan farklı bir renk görmek umuduyla sıyırıyor kolunu. Vücudundaki tüm kan çekilmiş gibi, teninin rengi beyaza yakın. -Pudralanmış gibi.- Kadavra gibi, demek çok acı ama şu an için en doğrusu. Derisini yararak dışarı fırlamış olan tüyleri oldukça ince ve renkleri sarıya yakın. Kırmızıya duyduğu özlem kolunu dişlemesine neden oluyor. Gülünç bir şekilde canı acımıyor. Kolunda ısırmaya bağlı en ufak bir iz dahi oluşmuyor.

“Bu kadarı hakkım olmalı. Lütfen!”

Onu azat etsin, bağışlasın onu. Aksakallı ihtiyar. -Korkuların babası.- Varsa cehennemin kapılarını açsın. Zebanilerin sıcak ellerine teslim etsin. Ama böylesi çok daha acı. Eğer buralarda bir yerlerde ise görüyor olmalı. Onu. Öyleyse bir son vermeli bu duruma. Şaka yaptığını sanıyorsa onun hiç eğlenmediğini bilmeli.

Bakın işte koşuyor, bir çıkış arıyor. Herhangi bir gerçeklik… Beyazdan farklı herhangi bir şey. Zıplıyor çıkışın yukarılarda bir yerlerde olduğunu umut ederek. Kollarını savuruyor. Yorulmadan, durmadan koşuyor. Bir kapı arıyor. Herhangi bir çıkış. Belki cehenneme giden bir yol. Hiçbir şey bu saçma beyazlıktan daha fazla acı veremez ona. Biliyor. Her şeyin bir rüya olduğunu biliyor fakat uyanamıyor. İhtiyar… Her şeye o sebep oldu.

“Belki de bu gerçektir. Ben hep burada uyuyordum ve yaşadığım onca şey bir rüyaydı. Ailem, arkadaşlarım, dünya, yaşam… Hayır, hayır bu çok saçma. Lütfen!”

Bir delinin gülümseyişi yüzünde. Eliyle saçlarını kavrıyor. Simsiyah saçları var doğrusu veya bu beyaz evrende böyle siyah görünüyor. Bir kıl kopartabiliyor saçlarından. Avucuna aldığı bu siyah kıl tanesi buradaki en gerçek ve en ilgi çekici şey. Dizleri üzerine çöküp bu müthiş hazineyi izlemeye koyuluyor.

“Saçlarım, ne kadar da siyahtı.”

Orada! Nasıl geldiğini bilmediği bembeyaz bir Araf’ta. Kafasının içinde garip uğultular. Kalbi her zamankinden farklı bir ritimle atıyor. O bilindik ritim hızlanıyor. Kanı bir başka şekilde pompalanıyor sanki vücuduna. -İçinde bir yerlerde hala bir nebze kanın olması şüphe uyandırır.- Buna korku mu sebep oluyor? Günlerdir, belki de aylardır –zaman kavramı yok burada.- uyumamış olmanın, uyumak istememiş olmanın yorgunluğu üzerinde. Bir rüya duyuyor gözlerini kapattığında. Göremediği insanlar konuşuyor beyazın içinde. Ona her görüntü yasak. Göremediği nesnelere dokunduğundan, bilinmeyende yaşadığından içinde garip bir korku duygusu var.

“Eskiden karanlıktan korkardım. Şimdi ise aydınlıktan. Çok fazla aydınlık.”

Avucundaki kılı sımsıkı tutup kendine sarılıyor. Bembeyaz bir rüya görüyor, uyumadan hem de. Göremediği nesnelere dokunuyor, çok uzaklarda belki geçmişte yaşamış kendinsinin sesini düşlüyor.

        3

Bu kez karanlıkta gözlerini kapatıp uyumuş. Aksakallı hırpani ihtiyarı arıyor. Rüyada. Onun gözüyle. Gerçekte. İhtiyar ona mı sesleniyor?

“Heyber…”

Ses arkasından geliyor. Dönüp baktığında İhtiyar’ı göremiyor.

“Yok artık, sesini duyduğuma eminim.”

İhtiyar neden böyle çocukça oyunlar oynuyor? Yüzünü kaplayan bembeyaz sakallara hiç uymadığını bilmiyor mu davranışlarının?

Gölgelerden arınmış karanlık odasında Heyber. Ruhu yükselmiş, bedeni bir meyve posasından farksız yatağında. Üzerinde battaniye yok, ağzı kapalı. Odanın duvarları çeşitli resim ve posterlerle dolu.

Nefes almıyor mu Heyber? Doğrusu çok derin uyuyor olmalı. Ruhu yükseldiğinden bu yana daha yavaş atıyor kalbi. Kalbinde o her zamanki neşeli ritim yenini kederli bir melodiye bırakmış.

İhtiyar’ın peşinde Heyber. Öyle büyük ikramiyeyi kazanmak için şanslı numaraları istemek değil amacı. Gerçeği arıyor, hakikati, gizemi. Sizlerin belirsizleştirdiği açık seçikliği arıyor. İhtiyar’ı ilk ne zaman gördüğünü çok net hatırlıyor. Her şey çok net dimağında. İhtiyar’ın giyindiği beyaz elbise mecazlıktan uzak göz alıcı. Öyle beyaz ki sanki tüm karanlığı yutuyor. Öyle beyaz ki sanki geceye çıksa karanlığı dize getirecek. Öyle beyaz ki gündüze çıksa güneşin sarılığına kafa tutacak. Gözlerinin rengi seçilmiyor İhtiyar’ın. Yeşil demeye bin şahit ister, ilk bakışta mavi gibi gözükse de kahverengi olması büyük olasılık. Gözleri ıslak ama ağlamaktan değil. Üst dudağını bıyıkları kaplamış.

İhtiyar ilk ne zaman çıktı ortaya çok net hatırlıyor Heyber. Fakat İhtiyar’ın mı onu bulduğu yoksa onun mu İhtiyar’ı aradığı sorusuna cevap bulamıyor.

“Heyber…”

İsminin bu şekilde söylenmesinden rahatsızlık duyuyor. Sanki İhtiyar sesine gerilimli bir hava katmak istiyor da adını gırtlağından çıkardığı hırıltılar eşlinde söylüyor. “Heyber…” Böyle gerilim uyandıran bir ses beyazlar içindeki İhtiyar’a hiç yakışmıyor. İnsan, acaba çok mu sigara içiyor, diye düşünmeden edemiyor.

“Neredeysen çık ortaya İhtiyar, merak ettiğim şeyler var. Uyanmadan önce seninle konuşmak istiyorum.”

Söylediklerine bir karşılık alamayan Heyber salt karanlıkta kalıyor. Tek bir şey dahi göremiyor. Karanlıktan koktuğunu hiçbir zaman saklamaz Heyber bu yüzden de hep alay konusu olur arkadaşları arasında.

“Hadi ama, diğer tarafta saat kaç bilmiyorum, o yüzden her an uyanabilirim. Alarm kurmuştum. Lütfen.”

“Hemen git buradan, soru sorma, lütfen. Bak. Karanlıkta seni çağırıyorlar. Onlar. Tanrım, ne çok günahın var. İyi bir insan ol. Yoksa… O. Seni istiyorlar. Hadi uyan artık. Git!”

“Ama, ama…”

“Heyber…”

“Tamam, tamam, tamam… Dur bi saniye. Bazı şeyleri bilmek istiyorum bak. Lütfen gel. Karanlıktan korkuyorum. Hadi beyazlığınla aydınlat burayı. Ölümden korkuyorum… Bak lütfen. Öldükten sonra ne olacağını anlat. Lütfen. Tanrı var mı onu söyle. Lütfen.”

“Aptal! Bu sorulara cevabı ancak ölürsen alabilirsin. Ya da… Burada kalmaya devam edersen zaten öğreneceksin. Çok fazla günahın var. Git! Yoksa…”
                                                                          4

“Hiç denememeliydim. Sorgulamamalıydım hiç. Tanrı’nın beni oldurmaya çalıştığı şey gibi olmalıydım. Tanrı’nın olmamı istediği şey gibi olmalıydım. Kitap’ta anlatılanlara harfiyen inanmalıydım. Boyun eğmeliydim bilinmezliğe. (…) Peygamberler. İnanmalıydım onlara. Yazılanı sorgulamak benim ne haddime. Rüyalar, her sabah uyandığımda tam olarak hatırlayamadığım karanlıkla örtülü görüntüler olarak kalmalıydı. İhtiyar’ı dinlemeliydim. Tanrı’m korkuyorum. Lütfen.”

Orada! Saçları, beyazın arasında simsiyah bir nokta. Kalbinin hızlanan ritmi delirmekten korkmasından. Ellerini karnına çektiği dizlerinin üzerinde birleştirmiş. Çıplak ayaklarının uçlarındaki parmakları cansız, kıpırtısız. Yerde kıvranıyor. Titriyor. Tükürüksüz ağzıyla kuru kuru anlamsız cümleler sarf ediyor. Oksijen gerçeğinin şüpheli olduğu bu beyazda birilerinin, belki İhtiyar’ın, onu duymasını bekliyor.

“İnsanlar, ömürleriniz korku ve pişmanlıklarla geçiyor. Yalvarmalarla. Sorularla ve arayışlarla. Hiçbir zaman bir sonraki anda ne olacağını hesap edemiyorsunuz. En iyi seçeneğin karar verdiğiniz anda sizi mutlu edecek seçenek olduğuna öyle inanıyorsunuz ki… Başka türlüsü işinize gelmiyor belki. Tanrı’nın adını hep en zor anlarda sayıklıyorsunuz. Oysa birazcık güvenseniz ve inansanız Tanrı’ya…”

İhtiyar’ın sesini duymak tüm hücrelerinde aynı şok etkisinin oluşmasına sebep oluyor Heyber’in. Daha ilk kelimede ayağı fırlıyor. Duyduklarının gerçekliğinden şüpheleniyor.

“Biliyordum, biliyordum. Beni duyacağını biliyordum. İhtiyar. Dur lütfen. Bak tamam seni dinlemeliydim. Onun izinden gitmemeliydim. Ama, ama… Bak Âdem de aynı hatayı yaptı biliyorum. O herkesi kandırabilir. Ona karşı gelmek çok zor. Bak. Korkuyorum, kapıyı aç, gitmeme izin ver. Lütfen.”

“Heyber…”

“Hey, bak yine geldi O. Lütfen kurtar beni. Çok iyi biri olabilirim. Bu boktan kâbustan uyandır beni. Kapıyı aç. Söz uyanınca çok iyi bir insan olacağım. Ya da Cehennem’e gönder beni. Lütfen.”

Orada! Ellerini havaya savuruyor Heyber. Sesi hüzünle titreşiyor. Boğazına düğümlenen kelimeleri zorlukla bir araya getirip cümle kurabiliyor. Saçlarını avuçluyor. Gözlerini ovuşturuyor. Sanki gerçekten burada hava varmış gibi hızlı hızlı nefes alıyor. Göğsü bir inip bir kalkıyor. Bir ileri bir geri yürüyerek korkusunu bastırmaya çalışıyor. Kulağını tıkadığı halde Onun sesini duyuyor.

“Heyber…”

“Bak işte O burada. Beni onun ellerine teslim etme İhtiyar. Kim bilir yine nasıl kandıracak beni. O beni kandırır İhtiyar, inandırır kendine. İnanmasam da inanırım İhtiyar. Bu beyazdan kurtulmak için ne derse yaparım. Sakın teslim etme beni Ona. Ne kadar pişman olsam da yeminler etsem de giderim Onunla. “

Dizleri üzerine çöküyor. Gözlerini kapatıyor. Ellerini kaldırıyor havaya dua eder gibi. Dudağını ilgi bekleyen bir bebek gibi kıvırıyor.
“Sakın Heyber, sakın. Bak bu ikinci şansın. Bu son şansın. Beyaz, Onu dinlersen başına gelebileceklerin en iyisi. O korku doludur. Ona hayır demelisin. Bir daha asla pekinden gitme. Yalnız değilsin. Aynı tuzağı başkalarına da yaptı. Senin gibi onlarca insan var. Hepsi de mezarda. Hepiniz öldünüz. O öldürdü sizi. Üstelik daha da korkuncu… O sizi diriltecek. O bir korku ordusu kuracak!”

 5

Karanlıkta. Heyber korku dolu gözlerle İhtiyar’ı aramakta. Oysa İhtiyar son sözlerini söyledi. İnandırıcıydı da. Hemen uyanmalıydı. Beyazdayken soracaktı, acaba o dakika uyanmak istesem uyanabilir miydim, biliyordu, tabi ki uyanacaktı.

“Heyber…” demişti O hastalıklı sesiyle. “Gerçeği görmek istiyorsun.” Konuşurken boğazında solucanlar kımıldıyordu sanki. Dudakları etsiz olmalıydı. Böyle konuşan birinin dili… Tanrım yılan dilli miydi?

“Evet, gerçeği görmek istiyorum. Tanrı’yı, Cennet’i ve Cehennem’i. Ama, korkuyorum. Burası fazla karanlık.”

“Gerçek yalnızca yalanlardan arınmış beyazda gizlidir Heyber.” Karanlık Onun sesindeki alayı gizlemişti Heyber’den.

“O zaman beyazı göster bana. Karanlıktan korkuyorum.”

“Beni izle.”

Karanlıktan daha siyah bir gölge belirdi önünde. Simsiyah pelerinli bir siluet. Yürüdü bu gölge. Heyber de peşi sıra takip etti onu. Gölge elini uzattı boşluğa. Boşluğu aldı avuçlarına ve kulakları sağır eden bir gıcırtıyla doldu karanlık. Bir kapı aralandı. Aralanan kapıdan karanlığa hücum eden beyaz gölgeyi yok etti. Kapıdan içeri süzülen beyaz karanlığı kapladı. Heyber çaresizce beyaza bakıyordu şimdi.

6

Beyazda. İhtiyar çaresizlikle kendi iradesine bırakıyor Heyber’i. Bir karar vermesi gerekiyor.

“Heyber…” diyor O, öyle iğrenç ve öyle korku dolu bir ses ki bu. Kim karşı gelebilir ona? Ona karşı gelmek için peygamber olmak gerekir.

“Öldün sen. İhtiyar öldürdü seni. Beyaz adam. Bak etrafına. Beyaz. İhtiyar hapsetti seni içinde. O peygamberleri yaratan zat. Günahkârsın Heyber. Hangimiz değiliz ki? Bizim yanımıza gel. Karanlığa. Beyaz çok ama çok saçma.”

“Dur dur bi dakika, Tanrı’nın İhtiyar olduğunu mu söylüyorsun?”

“Tanrı’nın tek bir şekli yoktur. Çok soru soruyorsun. Şu haline bak bu yüzden buradasın.”

Karanlıkta duyduğuna benzer bir gıcırtı duydu. Kulaklarını tıkadı. Dişleri titredi. Boğazına camlar battı adeta. Önünde simsiyah bir kapı belirdi Heyber’in.

“Gel.”

İhtiyar’ın sözleri geldi aklına. “Beyazdan daha kötü ne olabilir ki.” Yürüdü. Siyaha doğru küçük bir adım attı.

7

Siyaha adımını attığı an düşmeye başladı karanlıkta. Hızla düşüyor, yere çakılacağı düşüncesiyle çığlıklar atıyor, kollarını ve bacaklarını havaya savuruyordu. “Tanrı’m Tanrı’m Tanrı’m. Lütfen!” Gözlerini kapattı. Hiç olmasa artık gözlerini kapattığında beyaz yerine siyahı görebiliyordu. Bağırıp çırpınmayı bıraktı. Anlamsızdı.

8

Düşme hissiyle uyandığında Cehennem’de olduğunu düşündü. Ayak parmaklarında, başında, ağzında, kulağının içinde, çürümüş derisinin altında, bacaklarında, ellerinde ve kasık bölgesinde gezinen küçük yaratıkların minik ısırıklar alarak bedenini yok etmeye çalıştıklarını gördü. Karnının içinde, dalağında, böbreklerinin üzerinde ve henüz atmaya başlayan kalbinin etrafında hissettiği acıyla karışık gıdıklanma hissi aklını hemen o an kaçırmasına sebep oldu. Bedenini ve başına saran paçavrayı hissetti. İçine çektiği kendi leşinin kokusu cinsini bilmediği böcekler tarafından yenmiş burnunu yaktı. Çektiği acıyla çok şiddetli bir çığlık savurdu. Etleri sökülmüş acı içindeki elleriyle bedenini saran kefen olduğunu tahmin ettiği paçavrayı üzerinden atmaya çalıştı.

Bedenine üşüşen ayrıştırıcılar biraz önce kemirdikleri kalbin tekrar atmaya başlamasından duydukları korku ve şaşkınlıkla kaçacak delik aradılar. Karanlıkta Heyber’in karnından, ağzından, gözlerinden, kulaklarında ve orasından çıkan yaratıklar görmeyen gözleriyle toprağın derinliklerine doğru yol aldılar.

“Tanrım, Tanrım affet beni. Ben böyle olsun istemedim.” Acıyla haykırıyor, bağırıyordu. İçine çektiği rutubetli toprak hava karnından veya vücudundaki başka bir delikten çıkıyor. Ağzındaki böcekleri tükürüyor. Elini yukarıya uzatıyor. Göremediği tahtaları itekliyor. İlk denemesi başarısız. İkinci denemede tahtalar kımıldıyor. Üçüncüsünde tahtaları iyice itekleyip toprağa değdiriyor elini. Acıyla bağırıyor. Çürümüş etleri asit dökülmüş gibi yanıyor. Cehennem, diyor. Cehennem daha iyidir belki de.

Tırnaksız parmak uçları toprağın dışına çıktığında serin bir rüzgârla karşılaşıyor.

9

Ölüm bahçesinde adının yazdığı mezar taşına bakıyor. “Demek öldüm. Demek gömdüler beni. Demek rüyadan uyanmamı beklemediler.” Etrafına bakıyor. Mezarlardan çıkan ellere, bedenlere. Dolunayın ışığı altında parlayan etsiz yüzlere. Çığlıklarını duyuyor onların. Acı dolu haykırışları. Kendi de onlardan farksız. İhtiyar’ın sözlerini hatırlıyor. “O sizi diriltecek. O bir korku ordusu kuracak!”

Onu görüyor sonra, simsiyah bir siluet. Rüzgâr pelerinini dalgalandırıyor. Diğerlerinin Ona doğru gittiğini görüyor.

“Gelin.” diyor O, “Acılarınızdan kurtulmak için izleyin beni. Alacağınız canlar dindirecek acılarınızı. Gelin. Tekrar ölmek istiyorsanız beni izleyin.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder