9 Temmuz 2012 Pazartesi

KORKACAK BİR ŞEY YOK


 FUNDA ÖZLEM ŞERAN

" İnsanoğlunun en eski ve en güçlü duygusu korkudur. En eski ve en güçlü korku da bilinmeyenin korkusudur. "

                                                                H.P.Lovecraft

   


Arabanın silecekleri bir sağa bir sola hızla gidip geliyordu. Sanki tüm şiddetiyle yağan yağmurla kapışıyor, ardı ardına düşen damlalarla baş edebilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Onların bu çabası, tekerleklerin çamurdan kurtulmak için uğraşmaları gibi boşunaydı. Tam yarım saattir saplandıkları yerden bir santim dahi kıpırdayamamışlar, yok yere dövünüp durmuşlardı ıslak toprağın içinde. Sonunda arabanın sahibi de vazgeçmişti denemekten. Kontağı kapattı, arabanın yorgun motoru sustu. Silecekler bile bırakmıştı işin ucunu. Arabanın içi sessizliğe gömülmüştü. Sadece arabanın üstüne düşen yağmur damlalarının gürültüsü ve ön camın üzerinden akıp giden suyun şırıltısı kalmıştı geriye.
Kadın ellerini direksiyona dayayarak kaldı bir süre. Gözlerini ön cama dikmiş, akan suya bakarak dalıp gitmişti. Gecenin bir yarısı, karanlık ve ıssız bir ormanda, fırtınanın tam ortasında yapayalnızdı. Otoyoldan ayrılınca, kestirme sandığı bir yolu takip ederek buraya düşmüş ve belli ki kaybolmuştu. Sonrasında da arabası çamura saplanmış, onu bu unutulmuş yerde hiçliğin içine hapsetmişti. Ambiyansı tamamlamak istercesine aniden çakan şimşek ortalığı aydınlatınca, kadın gözlerini camdan ayırarak dışarı baktı.
Gök gürültüsüyle inleyen ormanda ağaçlar etrafını sarmıştı. Rüzgârın şiddetli esintisiyle dallar eğilip bükülüyor, yapraklar savrulup uçuşuyordu. Eğer başka bir şey vardıysa bile, yağmur ve rüzgârdan gözükmüyordu. Bu fırtınada yol ya da yön bulmak imkânsızdı. Bu yüzden kadın beklemeye karar verdi. Fırtına dinene, en azından yağmur yavaşlayana kadar arabada duracaktı.
On beş dakika kadar hiçbir şey yapmadan kendi kendine oturduktan sonra tekrar bir yıldırım düştü. Bu sefer çok yakındaydı, araba çamurun içinde sarsıldı. Ancak kadının isteği gerçek olmuştu. Birkaç dakikaya kalmadan yağmur durdu, rüzgâr kesildi. Kadın yavaşça kapıyı açıp fırtınanın dindiğinden emin olunca dışarı çıktı. Arabası onu yarı yolda bıraktığına göre, bu ormandan çıkmanın yolunu kendi bulacaktı. Arabanın kapısını gürültüyle kapattı. Sanki orman halkına burada olduğunu haber vermek istiyordu. Ancak kendisi de dahil, nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Üzerinde sadece kısa kollu bir Los Lobos tişörtü, eski bir kot pantolon ve yıpranmış, kirli botlar vardı. Yanına başka bir şey almamıştı; çünkü ihtiyacı yoktu.   
Etrafına göz gezdirdi ve kendine bir yön seçti. Ağaçların seyrekleştiği, çalıların nispeten geçit verdiği bozuk bir patikaya doğru yürümeye başladı. O adım attıkça botları çamura saplanıyor, dökülen yapraklar hışırdayarak ayağının altına yapışıyordu. Bir süre bata çıka ilerledi. Önüne çıkan dalları, çalıları bazen eliyle, bazen de ayağıyla ittirerek kendine yol açtı. Onun çıkardığı hışırtılar, ormanın genel gürültüsü arasında kayboluyordu. Yaprakların üstünde biriken yağmur suları ağaçlardan düşmeye devam ederken, fırtınadan korkup saklanan hayvanlar da yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Böcekler, sürüngenler, irili ufaklı memeliler ve kuşlar normal rutinlerine dönüyor; kimisi av, kimisi ise avcı olarak ormana yayılıyordu. Arada duyulan sesler bu mücadeleyi haber veriyordu.
Etrafında bunlar olurken kadın duraksamadan yoluna devam etti. Ağaç ve çalıların yolu kapattığı zamanlarda yönünü değiştirerek ilerledi. İlerledikçe ormanın derinliklerine varıyor, hayvanların sesleri azar azar kesiliyordu. Bir zaman sonra kendi ayak sesinden başka bir şey duymaz oldu. Toprak, botlarının altında yavaşça eziliyor ve çıtırdayan dallarla yapraklar ona eşlik ediyordu. Fakat eşlik eden başka bir şey daha vardı. Aniden öten baykuşun sesiyle kafasını yukarı kaldırdı kadın. Ama hiçbir şey göremedi. Çevresine hızlıca göz gezdirdi, yavaş yavaş aralanan bulutlar hapsettikleri ay ışığını serbest bırakarak ormanı az da olsa aydınlatıyordu. Ağaçların, çalıların arasında hışırtılar duydu, durup dinledi. Yalnız olmadığına emindi; fakat bir şey görmüyordu. Gözü, çalıların arasındaki hareketi yakalamakta geç kalıyordu. Sonunda hışırtılar kesildi, ormanın içinde hiç hareket yoktu. Kadın nefesini tutmuş bekliyordu. Beklediği şey, kesik ve derin bir hırıltı olarak geldi.
Büyükçe bir çalının arkasındaydı. Fakat çalılık onu saklamakta yetersiz kalıyor, ıslak tüylerle kaplı iri vücudu yaprakların arkasından görünüyordu. Hırladıkça tüylerin altındaki kasları titriyor, her an atılmaya hazırmış gibi bekliyordu. Kafasını kaldırınca karanlıkta kıpkızıl parlayan gözleriyle karşılaştı kadın. O gözler ki, ormanın tüm vahşiliğini barındırıyordu bakışlarında. Ölümcül bir hırıltıyla birleşip adeta gözdağı veriyordu kadına.
Kadınsa hiçbir şey yapmamaya dikkat ediyordu; en ufak hareketinin karşısındaki yaratığı kışkırtıp üzerine saldırtacağını biliyordu. Nefesini tuttu, gözlerini yaratığın kırmızı gözlerine dikti ve beklemeye başladı. Hayvan da onu aç gözleriyle süzmeye devam ediyordu. Doymak bilmez vahşi doğası onu kadına çekiyor, ama bir türlü saldırıya geçmiyor, bekliyordu. Ne kadın, ne de yaratık hareket ediyordu; gözlerini birbirlerinden ayırmıyorlardı.
Avlarına korku saçmaya alışık olan yaratığın hiçbir şeyden korkusu yoktu. Tek bir şey hariç… O an hiç yoktan çakan şimşekle hayvan olduğu yerde sıçradı. Hırıltısı anında kesilmiş, kuyruğunu bacakları arasına alarak ulumaya başlamıştı. Fırtınasız, yağmursuz, durduk yere çakan şimşek onu epey korkutmuş olmalıydı; çünkü kadınla ilgilenmekten vazgeçmişti. Ulumayı bırakıp kafasını indirdiğinde ise kadın artık orada değildi. Çoktan arkasına dönüp yavaş, sakin ve emin adımlarla yürümeye başlamıştı tekrardan.
Orman yaratıklarının onu izleyip eşlik etmesine izin vererek yoluna devam etti. Üstü başı kirlenmiş, botları çamur içinde kalmıştı, ama pes etmedi. Durmadan yorulmadan yürüdü ve sonunda otoyola ulaşmayı başardı. Asfaltın kenarına varınca bir süre yolun başına ve sonuna bakındı. Gelen giden yoktu. O da yere çömelerek beklemeye başladı. Bu ıssız yolda, karanlığın ortasında tek başına oturdu.
Karşıdan gelen bir aracın farları gözlerini kamaştırdığında, ormana ilk girişinden beri saatler geçmişti. Hemen yerden kalktı. Pantolonunun arkasını temizledi, sanki toz toprak içinde başka bir yeri yokmuş gibi. Elini gözlerine siper ederek hızla yaklaşan kamyonete baktı. Yeterince yaklaşınca kamyonetin şoförü de onu görmüştü. Kadının elini kaldırmasına gerek kalmadan, yavaşlayarak yanında durdu. Kadın ön kapıya yaklaştı ve şoförün açtığı camdan içeri baktı. İri yarı, şişman, kel, kirli sakallı ve pis sırıtışlı adam onu selamladı.
“Gecenin bir yarısında otobüs beklemek için kötü bir yer, ha?”
Kadın ona cevap vermedi, hafifçe tebessüm etti sadece. Fakat bu da adam için yeterli cevaptı; hemen uzanıp kadına kapıyı açtı. O arabaya binerken de konuşmaya devam etti adam.
“Sizi gideceğiniz yere kadar götürebilirim. Bu ıssız yolda başka bir araç bulmanız zor olur. Hem ben de yalnızım, birbirimize yol arkadaşı oluruz, fena mı?”
Kadın koltuğa yerleşince dönüp adama şöyle bir baktı. Bakışları çakışınca adam utanmış gibi başını önüne çevirdi. Oysa pek de utangaç birine benzemiyordu. Motoru çalıştırdı, gaza bastı ve yola devam etti.
“Ben de işten dönüyorum. Hep böyle geç biter işim, bu yoldan eve dönerim. Normalde kimse olmaz, ıssızdır. Sizin gibi bir bayan için pek tekin sayılmaz aslında, yanlış anlamayın ama… Nasıl geldiniz buraya?”
Adamın gevezeliğine, gözlerini yoldan ayırmadan kısaca cevap verdi kadın.
“İş diyelim…”
Bu yanıtı garipseyen adam uzun uzun kadına baktı. Rahatsız olmuşçasına koltuğunda kıpırdandı, direksiyonu daha sıkı tuttu. Aslında kolay kolay rahatsız olacak biri değildi; hele ki bir kadından çekinecek bir adam hiç değildi. O kadınlardan korkmazdı; kadınlar ondan korkardı. Bunun en yakın örneği, şu an kamyonetin bagajında bir muşambaya sarılı halde duran genç kızın cesediydi. Onun da hayattaki en büyük korkusu bir sapık tarafından kaçırılıp öldürülmekti ve sonunda korktuğu başına gelmişti. Katili ise onu ormana gömmeye götürürken başka bir genç kadınla karşılaşmış, planını değiştirmişti.
Kamyonet yola hızla devam ederken adam şansını tekrar denedi.
“Siz ne işle meşgulsünüz?”
Kadın yorulmuş gibi iç çekti. Ağır ağır dönüp adama, gözlerinin içine baktı.
“Polisim.”
Adam bir an gözlerini kadından ayıramadı, az daha yoldan çıkıyordu. Son anda direksiyonu düzeltti, yerinde doğrulup toparlandı.
“Haa… Ne güzel… Polis demek… Sizin işiniz de zor…”
Avuçları terlemişti, buna rağmen direksiyonu sıkıca tutuyordu. Gözlerini yola dikti, bir daha kadına asla bakmadı ve gaza bastı.
“Şey, ben o zaman sizi en yakın benzinciye falan bırakayım, ha? İşiniz vardır şimdi, benim evim de çok uzak değil zaten, biraz da yorgunum…”
Şoför birden fikir değiştirmişti, ama kadın umursamadı. Yanındaki adam stres içinde boncuk boncuk terlerken, o arkasına yaslanmış, camdan dışarıyı seyrediyordu. Bir benzinciye yaklaştıklarında buna en çok sevinen adam olmuştu.
“Hah, benzinci de burada işte! Siz rahat rahat telefon edersiniz ya da ne bileyim, arkadaşlar yardımcı olur herhalde, ne de olsa polissiniz, hem de bayansınız... Kusura bakmayın, sizi de bırakıyorum ama sorun olmaz değil mi? Yani eve gitmem lazım da…”
 Kadın adama soğuk soğuk baktı.
“ Sorun değil. Nasılsa plakanızı aldım, elbet bir daha görüşürüz…”
Adam zorlukla yutkunurken kadın kamyonetten indi. Kapıyı sertçe kapadı ve arkasına bakmadan benzinciye doğru yürüdü. Hayatta en çok polisten korkan adam ise onun içeri girmesini bekledikten sonra son sürat oradan uzaklaşacaktı.
Benzincide pek kimse yoktu, ama onun hemen yanındaki dinlenme tesisi gece yolculuk eden birkaç araç sahibiyle doluydu. Kadın içeri girince bazıları dönüp ona şöyle bir baktı, sonra yine önlerine döndü. Belli ki kir pas içindeki bu yalnız kadın pek ilgilerini çekmemişti. Buna memnun olan kadın, kendine cam kenarında bir masa seçip oturdu. Biraz sonra salına salına yürüyen garson göründü. Kadın kırklarının başında olmalıydı. Yüzü aşırı makyajdan kırış kırış olmuştu; daha genç görünmeye çalıştığı belliydi. Ama her ne yaptıysa bu onu olduğundan da yaşlı gösteriyordu. Talihsiz bir durumdu; çünkü en korktuğu şey yaşlanmaktı.
“Hoş geldiniz… Ne alırsınız?
“Hiçbir şey… Sadece biraz dinlenmek istiyorum.”
 Garson, kadına ters ters bakıp tepesinde dikilmeye devam etti. Tam ağzını açıp buranın dinlenme tesisi (!) olmadığını, bir şey ısmarlamazsa masayı boş yere işgal edemeyeceğini söyleyecekti ki, kadınla göz göze geldi. Tek isteği rahat bırakılmak olan kadın ona uzun uzun bakarken, garson sanki otuz yıl yaşlandığını hissetmişti. Hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitti.
Lokantanın diğer müşterileri bu garip sahneyi sessizce izlemekle yetindiler. Kadın onların bakışlarından rahatsız olmuştu, ama umursamadı. Yükseklik, asansör, köpek, böcek, yalnızlık, ölüm korkusu ve daha başka bir sürü fobiden muzdarip olan bir avuç insanla uğraşacak hali yoktu. Dirseğini masaya dayayıp yorgun başını elleri arasına aldı.
O sırada arka taraftaki tuvaletten çıkan bir adam masasına dönmek üzereyken onu fark etti. Tanımaya çalışır gibi bir süre uzaktan izledikten sonra yanına geldi. Kadının üzerindeki tişörte ve kirden değişmiş Los Lobos yazısına bakarak gülümsedi.
“Phobos?”
 Kadın kafasını kaldırıp adama baktı, biraz şaşkındı. Adam ise onu gördüğüne memnun olmuş gibi geçip karşısına oturdu.
“Bir an gelmeyeceksin sandım. Nerede kaldın?”
 Kadın da adamı tanımış olmalıydı, hemen cevap verdi.
“Kayboldum. Sonra arabam arızalandı. Ve sonra yine kayboldum. Senin ne işin var burada?”
“Mola vermiştim…”
Gülerek devam etti adam.
“Açıkçası bir erkek gelecek sanıyordum.”
“Herkes öyle sanıyor.”
Kadının hafif alaycı tebessümüne samimi bir gülüşle karşılık verdi adam.
“Neyse, geldin ya. Önemli olan bu.”
“Elbette geleceğim. Sen benim kardeşimsin.”
Adam ve kadın birbirlerine uzun uzun baktı, adam özlemle konuştu.
“Bin yıllar sonra yine bir arada…”
“O kadar oldu mu?”
“Sanki sonsuzluk gibiydi.”
“O zaman vakti gelmiş.”
 Adam onu doğrulayarak kafasını salladı.
“Evet, vakit geldi. Hadi gel, geç kalmayalım, babam bizi bekliyor.”
“Ares burada mı?”
“Elbette burada, başka nerede olacak ki?”
 Ona hak verir gibi başını salladı kadın. Adam ise masadan kalkarken ekledi.
“Sadece o değil, Enyo Teyzem ve Adrestia da geldi.”
“Haberim var. Bana kadın kılığına girmemi kim tavsiye etti sanıyorsun?”
 Adam bir kahkaha patlattı ve yürümeye başladı. Kadın ayakta durup ona seslendi.
“Hey, Deimos!”
Adam gülerek ona döndü.
“Hı?”
“Bu sefer eline yüzüne bulaştırma, olur mu? Arkanı toplamak hiç de eğlenceli olmuyor.”
Deimos, kendisiyle dalga geçen Phobos’a gülerek kafa salladı. Korku ve dehşetin iki tanrısı, diğer ölümsüzlerle birlikte dünyaya yeniden savaş ve vahşet getirecek, insanlığın sonunu hazırlayacaklardı. Onlar ağır adımlarla yürüyüp yanlarından geçerken, insanlar her şeyden bihaber hayatlarına devam ediyordu.
Phobos kapıdan çıkmak üzereyken duvardaki aynada kendi aksini gördü. Hemen başını çevirip kardeşinin peşinden gitti. Ne de olsa korkunun kendisinden başka korkulacak bir şey yoktu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder